Roma İmparatorluğu’nun
Kıbrıs’ı almasından sonra ada, Anadolu’daki Kilikya Eyaleti’nin bir parçası
olarak yönetilmiş ve büyük hatip olarak kabul edilen Cicero da bir süre
Kıbrıs’ın valiliğini yapmıştır. Adanın yönetimi daha sonra Roma Senatosu’na
verilmiş ve bir genel vali (proconsul) tarafından yönetilmiş ve ada Amathus,
Lapithos, Paphos ve Salamis’den oluşan dört bölgeye ayrılmıştır. Yönetim
merkezi Paphos olurken, ticaret merkezi de Salamis olmuştur. M.Ö.15’de Paphos
yıkılınca yaklaşık
17 km ötesinde kıyıya yakın yerde ve Augusta ismiyle Salamis Harabeler inşa edildi. İmparator Augustus, Paphos’ta bulunan Afrodit Tapınağı’nı orijinal plana bağlı kalarak ama Roma Tanrıçası Venüs ismiyle yeniden inşa ettirdi. Marium, Golgoi, Amathus, Tamassos ve Soli’de büyük maden merkezleri oluşturuldu. Roma döneminde adada barış sağlanmış, maden, endüstri ve ticaret geliştirilmiş ve elde edilen zenginlik Kıbrıslılara refah sağlarken aynı zamanda Roma hazinesine de aktarılmıştır. Ayrıca bu dönemde yeni yollar, limanlar ve kamu binaları yapılmıştır.Roma döneminde Kıbrıs, Hıristiyanlık ile tanışmış ve yavaş yavaş bu din Pagan inanışın yerini almıştır.
17 km ötesinde kıyıya yakın yerde ve Augusta ismiyle Salamis Harabeler inşa edildi. İmparator Augustus, Paphos’ta bulunan Afrodit Tapınağı’nı orijinal plana bağlı kalarak ama Roma Tanrıçası Venüs ismiyle yeniden inşa ettirdi. Marium, Golgoi, Amathus, Tamassos ve Soli’de büyük maden merkezleri oluşturuldu. Roma döneminde adada barış sağlanmış, maden, endüstri ve ticaret geliştirilmiş ve elde edilen zenginlik Kıbrıslılara refah sağlarken aynı zamanda Roma hazinesine de aktarılmıştır. Ayrıca bu dönemde yeni yollar, limanlar ve kamu binaları yapılmıştır.Roma döneminde Kıbrıs, Hıristiyanlık ile tanışmış ve yavaş yavaş bu din Pagan inanışın yerini almıştır.
Hıristiyanlık,
İmparator Cladius döneminde, Havari Paul ve Salamisli Helenleşmiş bir Musevi
aileden gelen Joses the Levite bugün kutsal bir Aziz olarak anılan Barnabas
tarafından M.S. 45’te tanıtılmıştır. İki misyoner, İmparator’un hoşgörüsü ile
Hıristiyanlığı bütün Kıbrıs’a yaymak için çalışmış ve sadece halkı değil Roma
Genel Valisi Sergius Paulus örneğinde olduğu gibi Romalı yöneticilerden
bazılarını da Hıristiyanlığa inandırmışlardır. Genel Vali Paulus, Roma
İmparatorluğu’nda Hıristiyanlığı kabul eden ilk soylu Romalı olmuş ve böylece
Kıbrıs da Roma İmparatorluğu içinde Hıristiyan biri tarafından yönetilen ilk
yer olmuştur.
Roma İmparatorları içinde de Hıristiyanlığı ilk kabul eden de
Diocletian’ın ardından tahta çıkan Constantine olmuştur. Constantine, Roma
İmparatorluğu M.S.324’te ikiye bölününce kendi imparatorluk yönetimini Boğaz
kıyılarında Byzantium’da -ki bu şehir imparatorun adına atfen sonra
Constantinople (şimdiki İstanbul) adını almıştır- kurmuş ve bu şehir Bizans
İmparatorluğu(Doğu Roma İmparatorluğu)’nun başkenti olmuştu. Kıbrıs da Bizans
İmparatorluğu’nun payına düştü. Roma döneminde gelişen ilginç bir olay da Kudüs’ün
M.S.70’de yıkılmasının ardından Kıbrıs’a çok miktarda Yahudi’nin gelmesidir- ki
onların gelişi Finikelilerden Salamis'te havuz çevresindeki heykeller sonra diğer bir Semitik grubun
Kıbrıs’a gelmesi olarak kabul edilir. 115 yılında Cyrene’de başlayan Yahudi
isyanı Mısır ve Kıbrıs’a da yayıldı. Artemion önderliğindeki Yahudiler
Salamis’te bütün insanları öldürdüler. İmparator Hadrian ve Libya Konsülü bu
ayaklanmayı bastırdı ama Yahudilerin büyük çoğunluğu da öldürüldü ve
Yahudilerin Kıbrıs’a gelmesi yasaklandı. Ama daha sonra Yahudiler az sayıda da
olsa adaya geldi ve Lüzinyan ve Venedik döneminde bile ticaretle uğraşan zengin
Yahudiler vardı.
Roma ordularının uğrak yeri haline gelen Malatya;
kuzeyi güneye, doğuyu batıya
bağlayan bir düğüm noktası üzerinde bulunuyordu. Fırat nehrinin doğu ile batıyı birbirinden ayırması,
buranın önemini daha da artırmıştır. Bu bölgeye Romalılar
iki Legionu (lejyon) yerleştirmişlerdir.
Bu lejyonlardan biri Melitene'ye (Malatya)
gönderilerek görevlendirilen lejyon XII. Fulminita'dır. Diğeri ise Samosata
(Samsat-Adıyaman) gönderilen lejyon XVI. Flavia'dır.
Roma'nın 30. lejyonundan ikisini
Fırat kıyısına yerleştirmesi bölgenin önemini gözler önüne sermektedir.
Melitene'de yerleştirilen 12. lejyon doğudaki
Roma'nın en önemli askeri bir üssü
olmuştur. Bu lejyonlar bölgede asayişi sağlayarak, Karadeniz'den Zaugma'ya
kadar uzanan doğu hudutlarının bekçisi olmuştur. Romalıların 12 Lejyonu buraya yerleştirmelerinin sebebi;
buranın önemli bir yol kavşağında olması, Fırat'ın burada geçit vermesi, su
kaynaklarının ve yiyecek depolarının bol olmasındandır. 12. lejyonun Malatya'da
yerleştirilmesi ile Aslantepe'de bulunan şehrin yeri değiştirildi. Buranın 4. km. kuzeyine bugün Battalgazi
ilçesi adı verilen yere kuruldu. Şehrin etrafı surlarla
çevrildi. Şehir surları (M.S. 98 -117) Traianus
döneminde yapılmıştır. Traianus zamanında, Melitene,
Part'lara
karşı önemli bir sınır üssü olmuş, askeri yolları geçtiği bir geçit noktası haline gelmiştir.
Romalılar döneminde sınır şehri olma özelliğini taşıyan Melitene 'ye komşu
devletler tarafından sürekli saldırılmıştır. Savaşlar sebebiyle yıpranan şehir
surları, İmparator Constantius (M.S. 363)
zamanında tamir ettirilerek genişletilmiştir. Bütün Roma ülkesinde olduğu gibi,
Melitene'de de huzursuzluk ve isyanlar artmış, şehir sürekli el değiştirmiştir.
Daha sonra Pers Kralı Sapor'u Bizans İmparatoru Valens yenerek bölgede Roma nüfuzunu yeniden sağlamıştır.
Romalılar tarafından askeri bir karargah
olarak kullanılan Malatya'da o döneme ait eserler tahrip olduğundan günümüze
ulaşamamıştır. Ulaşabilen kültürel buluntular ve kalıntılar Malatya müzesinde
sergilenmektedir.
Theodosius Magnus, (M.S. 379-382),
395'te imparatorluğu oğullan Arcadius ve Honorius
arasında bölüştürmüş. İmparatorluğunun doğusu Arcadius'a düşmüştür. Malatya,
İmparatorluğun ikiye bölünmesinden sonra Doğu Roma (Bizans)
imparatorluğu içinde kalmış, bundan sonra da önemini sürdürmüştür.
Antik Roma
Antik Roma, M.Ö. 9.
yüzyılda İtalya Yarımadası'nda kurulan Roma şehir devletinden doğarak tüm
Akdeniz'i çevreleyen muazzam bir imparatorluk haline gelen medeniyetin adıdır.
Yaklaşık 12. yüzyıl boyunca varlığını sürdürmüş olan Roma uygarlığı bir
monarşiden oligarşi ve cumhuriyetin bileşimi bir demokrasiye ve daha sonra da otokratik
bir imparatorluğa dönüşmüştür.
Fetih ve asimilasyon
yollarıyla Batı Avrupa ve Akdeniz'i çevreleyen bölgede egemen olan Roma
İmparatorluğu, iç istikrarsızlıkların ve özellikle de göçebe toplulukların
akınlarıyla yıpranmaya başlamıştır. Bu etkiler sonucunda Hispanya, Galya ve
İtalya'yı içine alan batı imparatorluğu 5. yüzyılda bağımsız krallıklara
bölündü. İmparatorluğun batı kesiminin dağılması, tarihçiler tarafından Antik
Çağlar'ın sonu, Orta Çağ'ın, aynı zamanda Karanlık Çağ'ın da başlangıç tarihi olarak
kabul edilir. Öte yandan İstanbul'dan yönetilen doğu imparatorluğu, 1453 yılına
kadar varlığını sürdürmüştür.
Roma uygarlığı,
kültürel olarak yoğun biçimde ilham ve örnek aldığı Antik Yunan ile birlikte
"klasik antikite"ye dahil edilir. Antik Roma Batı dünyasındaki hukuk,
savaş, sanat, edebiyat, mimari, teknoloji ve dil konularının gelişimine büyük
katkıda bulunmuştur ve hâlen de günümüz dünyası üzerinde büyük etkiye sahiptir.
Monarşi
Efsaneye göre Roma,
M.Ö. 27 Nisan 753 tarihinde Truva prensi Aeneas'ın torunları olan Romulus ve
Remus adlı ikiz kardeşler tarafından kuruldu.[1] Alba Longa'nın Latin kralı
Numitor, gaddar kardeşi Amulius tarafından tahtından edilmiş ve Numitor'un kızı
Rhea Silvia Romulus ve Remus'u doğurmuştu. Rhea Silvia Mars'ın tecavüzüne
uğramış bir Vesta bakiresiydi ve bu da ikizleri yarı tanrı konumuna getirmişti.
İkizlerin tahtı yeniden ele geçirmelerinden korkan yeni kral, Romulus ve
Remus'un boğdurulmasını emretti. Dişi bir kurt (bazı anlatımlara göre bir
çobanın karısı) ikizleri kurtardı ve büyüttü. İkizler yeterince büyüdüklerinde
Alba Longa tahtını Numitor'a geri verdiler. Ardından kendi şehirlerini
kurdular. Ancak Romulus şehrin ilk kralının kim olacağına ilişkin bir
tartışmada Remus'u öldürdü. Böylece şehir Romulus'un adıyla anılmaya başlandı.
Efsaneye göre şehirde kadın olmadığından Latinler Sabinleri bir festivale davet
ettiler ve bakire kadınlarını çaldılar. Bu da Latinler ile Sabinlerin
bütünleşmesine yol açtı.
Roma şehri Tiber
nehrinin sığ bir bölümündeki yerleşimlerin gelişmesiyle ortaya çıkmıştı.
Arkeolojik bulgulara göre Roma köyü muhtemelen M.Ö. 8. yüzyılda kurulmuştu
ancak bu tarih M.Ö. 10. yüzyıla kadar götürülebilir. Etrüsklerin M.Ö. 7. yüzyıl
sonlarında aristokrat ve monarşik bir elit kesim oluşturarak bölgede siyasi
kontrol sağladıkları anlaşılmaktadır. Etrüskler M.Ö. 6. yüzyıl sonlarında
bölgedeki güçlerini yitirdiler ve bu noktada Latin ve Sabin kabileleri
yöneticilerin iktidarını çok daha fazla sınırlayan bir cumhuriyet oluşturarak
kendi devletlerini yeniden kurdular.
Cumhuriyet
Titus Livius gibi daha
sonraki dönemlerin *yazarlarının anlattıklarına göre Roma Cumhuriyeti Roma'nın
yedi *kralından sonuncusu Gururlu Tarkinus'un tahttan indirildiği ve her yıl
seçilen magistralar (memurlar) ve çeşitli temsilî kurumlardan biraraya gelen
bir sistemin oluşturulduğu M.Ö. 509 tarihinde kuruldu. En önemli magistralar
kuvvet yetkisi ya da askeri kumandanlık yetkisine sahip iki konsüldü. Konsüller
patricilerden (asiller) oluşan Roma Senatosu ile çekişmek durumundaydılar. Senato
başlangıçta önde gelen asillerden oluşan ve tavsiyelerde bulunan bir kurumdu
ancak zaman içinde gücü de, boyutu da arttı. Diğer görevliler praetorlar,
aedilisler ve quaestorlar idi. Magistralıklar başlangıçta yalnızca soylulara
mahsustu. Ancak daha sonra sıradan insanlara (plebler) da açıldı. Cumhuriyet
meclisi comitia centuriata (centuria komisi) ve comitia tributadan (tribus
komisi) oluşuyordu.
Romalılar Etrüskler de
dahil olmak üzere İtalya Yarımadası'ndaki diğer halkları boyunduruk altına
aldılar. Roma'nın İtalya'daki hegemonyasına yönelik son tehdit M.Ö. 281 yılında
önemli bir Yunan kolonisi olan Taranto'dan gelmiş ancak bu da savuşturulmuştur.
Romalılar stratejik bölgelerde koloniler kurarak fethettikleri yerleri güvence
altına almışlar ve bölgede dengeli bir denetim sağlamışlardır. M.Ö. 3. yüzyılın
ikinci yarısında Roma, Kartaca ile Pön savaşlarının ilkinde karşı karşıya
geldi. Bu savaşlar sonunda Roma Sicilya ve Hispanya'da ilk deniz aşırı
fetihlerini yaptı ve önemli bir emperyal güç olarak yükselişe geçti. M.Ö. 2.
yüzyılda Makedonya ve Selefki imparatorluklarını bozguna uğrattıktan sonra
Romalılar Akdeniz'in hâkimi hâline geldiler.
Ancak bu hâkimiyet iç
çekişmelere yol açtı. Senatörler eyaletlerin üstünden zengin oldular ancak
çoğunluğu ufak çaplı çiftçi olan askerler daha uzun süre evlerinden uzak
kalıyorlar ve topraklarıyla ilgilenemiyorlardı. Ayrıca yabancı kölelere yönelik
eğilim, maaşlı iş sayısını azaltıyordu. Savaş ganimetleri, yeni bölgelerdeki
merkantilizm ve tımar sistemi zenginler için yeni ekonomik fırsatlar yarattı ve
yeni bir tüccar sınıfı olan atlı sınıfını ortaya çıkardı. Roma hukukuna göre
Senato üyeleri ticaretle uğraşamıyordu. Dolayısıyla atlılar teoride senatoya
girseler de siyasi iktidar bakımından kısıtlandırılmışlardı. Senato sürekli
olarak toprak reformlarını geri çevirerek atlı sınıfına hükümette daha fazla
söz hakkı vermeyi reddetti. Rakip senatörlerin kontrolündeki şehirli
işsizlerden oluşan çeteler şiddet yoluyla seçmenlere gözdağı veriyorlardı. M.Ö.
2. yüzyıl sonunda sulh hâkimi olan Gracchus kardeşlerin patricilerin elindeki
toprakları pleblere dağıtacak bir reform yasasını senatodan geçirmeleriyle
mesele kritik bir noktaya geldi. Her iki kardeş de öldürüldü ancak senato pleb
ve atlı sınıflarının huzursuzluğunu yatıştırmak için Gracchus kardeşlerin
reformlarından bazılarını geçirdi. Müttefik İtalyan şehirlerinin Roma
vatandaşlığı alamamaları M.Ö. 91-88 yılları arasında yaşanan Sosyal Savaş'a
neden oldu. Marius'un yaptığı askerî reformlar, askerlerin kumandanlarına şehre
duyduklarından daha fazla bağlılık duymasına neden oldu. Bu Marius ile Sulla
arasında Sulla'nın MÖ 81-79 yılları arasındaki diktatörlüğüyle sonuçlanacak iç
savaşa yol açtı.
M.Ö. 1. yüzyılın
ortalarında Jül Sezar, Pompey ve Crassus cumhuriyeti kontrol altına almak için
Birinci Triumvirate olarak bilinen gizli bir üçlü yönetim anlaşması yaptılar.
Sezar'ın Galya'yı fethetmesinden sonra senato ile Sezar'ın arası açıldı ve
Sezar ile Pompey'in önderlik ettiği senato güçleri arasında bir iç savaş çıktı.
Savaşı Sezar kazandı ve ömür boyu diktatör ilan edildi. M.Ö. 44'de Sezar, tüm
iktidarı kendi elinde toplamasına karşı olan senatörler tarafından anayasal
hükümeti geri getirmek amacıyla öldürüldü. Ancak sonrasında Sezar'ın vârisi
olarak gösterdiği Augustus ile Sezar'ın eski yandaşları Marcus Antonius ve
Lepidus'tan oluşan ikinci bir üçlü yönetim başa geldi. Ancak bu ittifak çok
geçmeden bir iktidar mücadelesine dönüştü. Lepidus sürgüne gönderildi ve
Augustus, Marcus Antonius ile Kleopatra'yı M.Ö. 30'de Aktium savaşında yenerek
M.Ö. 34'de Roma'nın tartışmasız hükümdarı oldu.
İmparatorluk
Tüm düşmanlarını yenen
Augustus cumhuriyetin devlet yapısını görünüşte yerinde bırakarak neredeyse tüm
iktidarı elinde topladı. Halefi Tiberius ciddi bir muhalefetle karşılaşmadan
başa geçti ve 68'de Nero'nun ölümüne kadar devam eden Julio-Claudian hanedanını
kurdu. Artık imparatorluk olan Roma'nın genişlemesi ahlâksız ve yoz bazı
imparatorlara (Caligula tam anlamıyla deliydi ve Nero da gaddarlığı ve devlet
işlerinden ziyade kişisel meselelerine zaman ayırmasıyla bilinirdi) rağmen
devam etti. Julio-Claudian hanedanını Flavian hanedanı takip etti. "Beş
İyi İmparator" döneminde (96-180) imparatorluk toprak genişliği, ekononomi
ve kültür bakımından doruk noktasına ulaştı. Pax Romana sırasında iç ve dış
tehditlerden uzak Roma zenginleşti. Trajan döneminde Daçya'nın fethiyle
imparatorluk en geniş sınırlarına ulaştı. Roma toprakları 6,5 milyon km²'lik
bir alanı kapsıyordu.
Roma İmparatorluğu'nun
en geniş hâli193 ile 235 yılları arasındaki döneme Severus hanedanı hâkim oldu
ve Elagabalus gibi yetersiz bazı hükümdarlar başa geçti.[44] Buna ilaveten
ordunun kimin imparator olacağı konusunda artan etkisi uzun süreli bir emperyal
çöküşe ve Üçüncü Yüzyıl Krizi olarak adlandırılan dış istilalara neden oldu.
Kriz Diocletianus döneminde aşıldı. Diocletianus 293 yılında imparatorluğu iki
imparator ve onların yardımcılarından oluşan bir tetrarşi ile yönetilmek üzere
doğu ve batı olarak ikiye ayırdı. Yarım yüzyıldan uzun bir süre birçok ortak
yönetici imparatorluğun başına geçmek için mücadele etti. 11 Mayıs 330'da
imparator I. Constantinus Byzantion'u Roma İmparatorluğu'nun başkenti ilan etti
ve adını Konstantinopolis olarak değiştirdi. İmparatorluk 395 yılında Doğu Roma
İmparatorluğu (Bizans İmparatorluğu) ve Batı Roma İmparatorluğu olarak ebediyen
ikiye bölündü.
Batı İmparatorluğu
sürekli olarak barbar akınlarından muzdaripti ve imparatorluğun çöküşü aşamalı
olarak sürdü. 4. yüzyılda Hunların batıya akını Vizigotların imparatorluk
sınırları içine irtica etmelerine neden oldu. 410 yılında I. Alarik
önderliğindeki Vizigotlar Roma şehrini yağmaladılar. Vandallar Galya, İspanya
ve Kuzey Afrika'daki Roma topraklarını istila ettiler ve 455'te Roma'yı
yağmaladılar.[53] 4 Eylül 476'da Germen Odoakr, batının son Roma imparatoru
Romulus Augustus'u tahttan indirdi. Yaklaşık 1200 yılın sonunda Roma'nın
Batı'daki egemenliği sona erdi.
Doğu imparatorluğu ise
Jüstinyen döneminde bir süreliğine de olsa Kuzey Afrika ve İtalya'yı ele
geçirdi. Ancak Jüstinyen'in ölümünden sonra Doğu Roma'nın Batı'da sahip olduğu
topraklar İtalya'nın güneyi ve Sicilya ile sınırlı kaldı. Doğuda İslâm'ın
yükselişi bir tehdit unsuruydu. Müslümanlar Suriye ve Mısır'ı ele geçirdiler ve
çok geçmeden Konstantinopolis'e doğrudan bir tehdit oluşturmaya başladılar.
Ancak Doğu Roma 8. yüzyılda Müslümanların kendi topraklarındaki ilerleyişini
durdurmayı başardı ve 9. yüzyıldan itibaren kaybedilen toprakları geri aldı. MS
1000 yılında İmparatorluk, tarihinin en görkemli dönemini yaşamaktaydı. Bu dönemde
II. Basileios Bulgaristan ve Ermenistan'ı yeniden ele geçirmiş, kültür ve
ticaret gelişmişti. Ne var ki, çok geçmeden bu ilerleme 1071'de yapılan
Malazgirt Savaşı ile aniden kesildi. Ardından da imparatorluk çöküşe geçti. İç
çekişmeler ve Türk istilaları sonunda imparator I. Aleksios Komnenos 1095'te
Batı'dan yardım istemek zorunda kaldı. Karşılık olarak Batı Haçlı Seferleri
düzenledi. Dördüncü Haçlı seferi'nde İstanbul yağmalandı ve işgal edildi.
İstanbul'un 1204 yılında işgal edilmesinin ardından imparatorluk topraklarında
ardıl devletler ortaya çıktı ve içlerinden İznik'de kurulan devlet galip geldi.
Konstantinopolis'in geri alınmasından sonraki dönemde imparatorluk Ege
kıyılarına hapsolmuş bir Yunan devletinden ibaret hale geldi. Doğu
imparatorluğu 29 Mayıs 1453'te Fatih Sultan Mehmet önderliğinde Osmanlıların
Konstantinopolis'i ele geçirmesiyle yıkıldı.
Toplum
Antik Roma'da yaşam, yedi tepe
üzerine kurulmuş olan Roma şehri etrafında
dönerdi. Şehirde Kolezyum, Trajan Forumu ve Panteon tapınağı
gibi birçok anıtsal yapı bulunuyordu. Yüzlerce kilometre uzunluğundaki su
yollarından gelen temiz suların aktığı çeşmeler, tiyatrolar ve kütüphaneleri ve
dükkânları bulunan hamamlar vardı. Antik Roma'nın kontrolünde olan topraklarda
ikamet binaları mütevazı evlerden kırsal kesimde bulunan villalara kadar
çeşitlilik gösteriyordu. Başkent Roma'daki Palatine tepesinde
imparatorluk binaları bulunurdu. Alt ve orta sınıflar şehir merkezinde,
neredeyse bugünkü modern gettoları
anımsatan apartmanlarda otururlardı.
Roma şehri 1 milyona yaklaşan nüfusuyla döneminin en
büyük şehriydi (19. yüzyıl Londra'sı ile aynı nüfus). Roma'daki kamusal
alanlarda demir araba tekerleklerinin sesi o kadar gürültü çıkartırdı ki bir
keresinde Jül Sezar
geceleri araba kullanımını yasaklamıştı. Tarihsel tahminlere göre antik Roma
yönetimi altında yaşayan halkın yüzde 20'si 10.000 ve daha fazla nüfusa sahip
şehir merkezlerinde ve askerî karargâhlarda yaşıyordu, ki bu sanayi devrimi
öncesi standartlara göre oldukça yüksek bir şehirleşme oranıdır. Bu şehir
merkezlerinin çoğunda bir forum, tapınaklar ve Roma'dakilere benzer ama daha
ufak yapılar vardı.
Devlet
Roma, başlangıçta krallar tarafından yönetiliyordu.
Krallar sırayla Roma'nın başlıca kabilelerinden seçiliyordu. Kralın gücünün
sınırlarının ne olduğu konusunda kesin bir bilgi yoktur. Mutlak iktidar sahibi
de, Senato ve halkın baş
yöneticisi de olabilir. En azından askerî konularda kralın otoritesinin mutlak
olduğu muhtemeldir. Kral aynı zamanda dinin de başındaki kişiydi. Kralın
dışında üç yönetici meclis vardı. Krala danışma kurulu olarak hizmet veren
Senato, kralın önerdiği yasaları onaylayıp geçiren Comitia Curiata ve halka duyuru yapmak veya halkın belli
olaylara tanıklık etmesi için kullanılan Comitia
Calata.
Roma Cumhuriyeti'ndeki sınıf mücadeleleri demokrasi ve oligarşinin
alışılmadık bir harmanına neden olmuştu. Roma yasaları geleneksel olarak Comitia Tributa'nın oyuyla geçiyordu.
Aynı şekilde kamu görevlerine aday olanlar halk tarafından seçiliyordu. Ancak
danışma kurulu olarak hizmet veren Roma Senatosu oligarşik
bir yapıydı. Cumhuriyet döneminde senatonun otoritesi çok yüksekti fakat yasama
gücü yoktu. Ne var ki, senatörlerin bireysel olarak nüfuzu o kadar fazlaydı ki
Senato'nun rızası olmadan herhangi bir şey elde etmek pek kolay değildi. Yeni senatörler
Censura tarafından en başarılı patriciler arasından
seçilirdi. Censura bir senatörü
"ahlâksızlık" suçlamasıyla görevden alabilecek yetkiye de sahipti.
Cumhuriyetin sabit bir bürokrasisi yoktu ve vergiler
tımar sistemiyle toplanırdı. Devlet mevkileri görevin başındaki kimsenin
geliriyle finanse edilirdi. Herhangi bir vatandaşın elinde çok fazla güç
toplamasını engellemek için her yıl yeni magistralar seçilirdi ve magistralar
çalışma arkadaşlarından biriyle güçlerini paylaşmak zorundaydılar. Örneğin
normal şartlarda en yüksek mevkide iki konsül bulunurdu.
Acil durumlarda ise geçici bir diktatör
atanırdı. Cumhuriyet boyunca yönetim sistemi yeni taleplere uyum göstermek
amacıyla birkaç defa elden geçmişti. Sonunda sürekli genişleyen Roma
saltanatının kontrolü için yetersiz kaldığı görüldü ve Roma İmparatorluğu kuruldu.
İmparatorluğun erken dönemlerinde cumhuriyetçi devlet
yapısı görünüşte korundu. Roma imparatoru yalnızca bir princeps, ya da "birinci vatandaş" olarak
tanımlanıyordu. Senato evvelce halk meclislerinin elinde olan tüm yasama gücünü
ve hukukî yetkileri kendisinde toplamıştı. Ancak zamanla imparatorların
yönetimi giderek otokratikleşti ve senato da imparator tarafından tayin edilen bir
danışma kurulundan ibaret hale geldi. Cumhuriyetin senatodan başka daimi bir
devlet yapısı olmadığından imparatorluğa yerleşmiş bir bürokrasi miras
kalmamıştı. İmparator asistanlar ve danışmanlar tayin ederdi fakat devletin
merkezî bütçe gibi birçok kurumu eksikti. Bazı tarihçiler bunu imparatorluğun
çöküşünde önemli bir sebep olarak göstermişlerdir.
İmparatorluk toprakları eyaletlere ayrılmıştı. Gerek yeni
toprakların işgal edilmesinden ötürü, gerekse de güçlü yerel yöneticilerin
isyan heveslerini kırmak için eyaletlerin daha küçük parçalara bölünmesinden
ötürü eyaletlerin sayısı zaman içinde artmıştır.[43] Augustus'un iktidara gelmesinden sonra eyaletler valiyi seçen
kuruma göre imparatorluk ya da senato eyaletleri olarak ayrıldı. Diocletianus
dönemindeki tetrarşi sırasında imparatorluk her birinin başında bir praetor olan 12 psikoposluk bölgesine ayrıldı. Sivil ve askerî
yönetim ayrıldı. Sivil yönetim valiye, askerî kumandanlık ise dux'a verildi.
Yerel düzeyde ise kasabalar eski askerler veya alt sınıf
Romalıların yaşadığı colonia ve
azat edilmiş köylülerin yaşadığı municipia
olarak ikiye yarılmıştı.
Hukuk
Antik Roma'daki hukukî prensipleri ve uygulamalarının
kökeni MÖ 449'dan kalma oniki tablet yasalarına ve 530 yılı civarında imparator Jüstinyen'in yaptığı
yasalara dayandırılabilir. Jüstinyen'in kanunnamesiyle muhafaza edilen Roma
hukuku Doğu Roma İmparatorluğu boyunca devam etmiş ve Kıta Avrupası'nın batısında benzer yasal düzenlemelere temel olmuştur.
Roma hukuku daha geniş anlamda 17. yüzyılın sonuna
kadar Avrupa'nın büyük
bölümünde uygulanmaya devam etti.
Jüstinyen ve Theodosius yasalarının da içerdiği üzere
antik Roma hukukunun başlıca kısımları Ius
Civile, Ius Gentium ve Ius Naturale'den oluşuyordu. Ius Civile ("Yurttaş
yasası") Roma vatandaşlarının tâbi olduğu medenî kanundu.[66] Praetores
Urbani vatandaşların taraf olduğu davalarda yargı yetkisine sahip
bireylerdi. Ius Gentium
("Milletler yasası") yabancılara ve onların Roma vatandaşlarıyla olan
münasebetlerinde uygulanan medenî kanundu. Praetores Peregrini vatandaşlarla yabancılar arasındaki
davalarda yasama yetkisine sahip bireylerdi. Ius Naturale tabii kanunu içine alan ve herkes için geçerli olan
kanunlar manzumesiydi.
Ekonomi
Antik Roma çok fazla doğal kaynağa ve insan kaynağına
sahip fevkalade geniş bir alana hükmediyordu. Roma ekonomisi tarım ve
ticarete
yoğunlaşmıştı. Serbest tarım ticareti İtalya'nın görünümünü değiştirmiş ve MÖ 1.
yüzyılda üzüm ve
zeytin
arsaları ithal hububat fiyatlarıyla baş edemeyen küçük çiftçilerin yerini
almıştı. Mısır, Sicilya, Tunus ve Kuzey Afrika'nın
alınması devamlı bir hububat akışı sağlamıştı. Zeytinyağı ve
şarap
İtalya'nın başlıca ihraç
ürünleri haline gelmişti. Nöbetleşe ekin uygulanmakla birlikte genel verimlilik
düşüktü ve hektar başına 1 ton civarındaydı.
Sanayi ve
imalat faaliyetleri daha küçüktü. Bu alandaki en büyük faaliyetler dönemin
binalarının inşası için malzeme sağlayan madencilik ve
taşocakçılığı idi. İmalatta üretim daha küçük ölçekteydi ve genelde atölyeler
ve en fazla 10 küsur işçi çalıştıran küçük fabrikalardan ibaretti. Ancak bazı tuğla
fabrikalarında yüzlerce işçi çalışırdı.
Peter Temin gibi bazı iktisat tarihçileri Roma
İmparatorluğu'nun ilk dönemlerindeki ekonomisinin bir pazar ekonomisi ve
verimlilik, şehirleşme ve sermaye pazarlarının gelişimi bakımından o güne
kadarki en gelişmiş tarım ekonomisi olduğunu savunurlar. O kadar ki sanayi devrimi
öncesi ekonomilerle, 18. yüzyıl İngiltere
ekonomisi ve 17. yüzyıl Hollanda
ekonomisi ile mukayese edilebilir. Her tür ürünün pazarı vardı. Toprak, kargo
gemileri ve hatta sigorta pazarı da vardı.
Cumhuriyetin ilk dönemlerinde ekonomi küçük arazilere
ve ücretli iş gücüne dayalıydı. Ancak yapılan fetihlerle köleler giderek
çoğaldı ve ucuzladı. Cumhuriyetin son dönemlerinde ekonomi büyük ölçüde gerek
vasıflı gerekse vasıfsız işler için kullanılan köle gücüne dayanıyordu. Bu
dönemde kölelerin Roma
Cumhuriyeti nüfusunun yüzde 20'sini, Roma şehrinin ise yüzde
40'ını oluşturduğu tahmin edilmektedir. İmparatorluk döneminde fetihlerin sona
ermesinin ardından köle fiyatları ancak arttı ve maaşlı iş gücü köle tutmaktan
daha ekonomik hale geldi.
Antik Roma'da takas sistemi, genellikle vergi
toplanmasında uygulandıysa da Roma'nın oldukça gelişmiş bir madeni para sistemi
vardı. Pirinç, bronz ve değerli madenlerden yapılan
madeni paralar imparatorluk içinde ve dışında kullanılmaktaydı. Hindistan'da
bile Roma paraları bulunmuştur. MÖ 3.
yüzyıldan evvel orta İtalya'da bakır
ağırlığına göre değiş tokuş edilirdi. Orijinal bakır madeni paraların (as)
bir pound bakır değeri vardı ama aslında
ağırlığı daha azdı. Böylece Roma parasının değeri giderek aslî değerinin üstüne
çıktı. Nero'nun
gümüş denarius'un
değerini düşürmeye başlamasından sonra değeri aslî değerinin üçte biri oranında
arttı.
Pazarlardan ziyade askerî karakolları birbirine
bağlamak için inşa edilen Roma yollarının tekerlekli araçlara göre tasarlandığı
pek söylenemez. Atlar çok pahalı, yük hayvanları da çok yavaştı. Bu yüzden MÖ 2.
yüzyılda Roma deniz ticaretinin yükselişine kadar Roma
toprakları içinde emtia nakli oldukça azdı. Bu dönemde bir geminin Cádiz'den
yola çıkıp Ostia üzerinden tüm Akdeniz'i
katederek İskenderiye'ye
varması bir aydan az sürüyordu.
Denizden yapılan
nakliyat karadakinden 60 kez daha ucuzdu.
Sınıfsal yapı
Roma toplumu son derece hiyerarşik bir yapıya sahipti.
Toplumun en alt kesiminde köleler (servi), onların üstünde azledilmişler
(liberti) ve en üstte de özgür
doğmuş vatandaşlar (cives)
vardı. Özgür vatandaşlar da kendi aralarında sınıflara ayrılmıştı. En net ve
eski ayrım şecerelerini şehrin 100 kurucu atasına dayandırabilen patriciler ve bunu yapamayan plebler arasındaydı. Siyasi, adli, iktisadi ve dini sahada
imtiyazlı olan patriciler,
devletin yüksek memuriyetlerine ve rahipliklere seçilebiliyor; yazılı olmayan
örf ve adete göre iş gören toprakların bir kısmını işliyor, Roma mahkemelerinde
yargıçlık vazifesini yine yalnız onlar görüyordu. Devlet kullanmadığı
toprakları vatandaşlarına ufak bir ücret karşılığında satıyordu ki, bundan asıl
faydalananlar yine particiler oluyordu. Böylece elinde gayet az bir toprağı
olan pleb bir vatandaş askere giderken, (silah,elbise)gerekli bütün masrafları
kendisi karşılamak zorunda olduğu için, durumu büsbütün bozuluyor ve bunu
düzeltmek için, durumu iyi olanlardan aldığı borcunu vaktinde ödeyemediği
zaman, köle oluyordu. Cumhuriyetin sonraki dönemlerinde bazı pleb sınıfına mensup ailelerin
zenginleşerek politikaya girmeleri ve bazı patricilerin darboğaza düşmeleriyle bu ayrım daha önemsiz hale
geldi. Patrici olsun, pleb olsun sülalesinde bir konsül bulunan
herkes asil (nobilis)
sayılırdı. Marius ve Cicero gibi geldiği ailenin çıkardığı ilk konsül olan kişiler novus homo (yeni adam) olarak
bilinirdi ve torunlarına asil sıfatı kazandırırdı. Yine de patrici kökenli olmanın hatırı
sayılır bir itibarı vardı ve dinî görevlerin çoğu yalnızca patricilere açıktı.
Kökeninde askeri hizmete dayalı bir sınıf ayrımı daha
önemli hale geldi. Bu sınıfların mensupları belirli aralıklarla Yargıçlar
tarafından mülklerine göre belirlenirdi. En zengin olanlar siyasete hükmeden ve
orduya kumandanlık eden Senato mensubu sınıftı. Ardından başlangıçta gücü savaş
atı edinmeye yeten ve bir tüccar sınıfı oluşturan equestrianlar (atlı sınıfı ya da şövalyeler) gelirdi. Ardından
edinebildikleri askerî teçhizatlara göre bir dizi sınıf gelirdi. En altta ise
hiçbir mülkü olmayan vatandaşlardan oluşan proletarii vardı. Marius'un reformlarından önce orduda görev
alma hakları yoktu ve zenginlik ve itibar bakımından azledilmişlerin bir
basamak üstündeydiler.
Cumhuriyet döneminde oy verme yetkisi de sınıflara göre
değişiyordu. Vatandaşlar seçmen "kabilelerine" kayıtlıydılar. Zengin
sınıfların kabileleri yoksul sınıflara oranla daha az üyeye sahipti. Proletarii'nin tamamı tek bir
kabileye kayıtlıydı. Oy verme işlemi sınıf sırasıyla yapılırdı ve kabileler
çoğunluğu elde eder etmez tamamlanırdı, dolayısıyla yoksul sınıflar çoğu zaman
oy bile kullanamazlardı.
Müttefik yabancı şehirlere genellikle Latin Hakkı
verilirdi. Bu vatandaşlarla yabancılar (peregrini)
arasında bir statüydü. Bu hakla söz konusu şehrin önde gelen magistraları Roma vatandaşı
olabiliyordu. Latin haklarının farklı seviyeleri vardı ancak esas ayrım con suffrage ("oy veren";
bir Roma kabilesine kayıtlı ve comitia
tributa'da yeralabilen) ile sans
suffrage ("oy veremeyen"; Roma siyasetinde yer alamayan)
arasındaydı. Roma'nın İtalya'daki müttefiklerinden
bazılarına MÖ 91-88 arasında yaşanan Sosyal Savaş'tan sonra tam vatandaşlık verilmişti. 212 yılında ise tam Roma
vatandaşlığı Caracalla tarafından
imparatorluktaki tüm özgür doğmuş kişilere verilmiştir. Kadınların bazı temel
hakları vardı ancak tam vatandaş sayılmıyorlardı, dolayısıyla oy vermeleri ya
da siyasette yer almaları söz konusu değildi.
Aile
Roma toplumunun temel birimleri ev halkı ve ailelerdi.[68] Ev halkı evin reisi paterfamilias (ailenin babası), karısı, çocukları ve diğer
akrabalardan oluşuyordu. Üst sınıflarda köleler ve hizmetkârlar da ev halkının
bir parçasıydı. Evin reisinin kalan ev halkı üzerindeki gücü (patria potestas, "babanın
gücü") çok fazlaydı. Aile üyelerini evlenmeye ya da boşanmaya
zorlayabilir, çocuklarını köle olarak satabilir, ailesindekilerin mallarına el
koyabilir ve hatta aile üyelerini öldürebilirdi (ancak bu sonuncusunun MÖ 1. yüzyıldan sonra kalktığı anlaşılmaktadır).
Patria potestas yetişkin erkek evlatların üzerinde bile geçerliydi. Bir
erkek babası hayatta olduğu sürece paterfamilias
olamadığı gibi gerçek anlamda mülk sahibi de olamıyordu. Roma tarihinin erken
dönemlerinde bir kız evlat evlendiğinde kocasının ailesinin paterfamilias'ının kontrolüne (manus) geçerdi. Ancak cumhuriyetin
son dönemlerinde kadınların kendi babalarının ailesini gerçek ailesi olarak
seçebilmeleriyle bu durum değişmiştir. Ne var ki Romalılar şecereyi erkeğin
soyuna göre tuttuklarından kadının doğurduğu çocuklar kocasının ailesine ait
oluyordu.
Birbirine akraba ev halkları bir aile (gens) oluştururlardı. Aileler kan
bağı (veya evlatlık) üzerine dayalıydı ancak aynı zamanda siyasi ve ekonomik
ittifaklardı. Özellikle Roma Cumhuriyeti döneminde
bazı güçlü aileler, ya da Gentes
Maiores siyasi yaşama hâkim olmuşlardır.
Antik Roma'da evlilik özellikle üst sınıflarda romantik
bir ilişkiden ziyade çoğunlukla malî ve siyasi bir ittifak olarak görülürdü.
Babalar genellikle kızları on iki, on dört yaşlarına geldiklerinde koca
arayışına girerlerdi. Koca neredeyse istisnasız olarak gelinden daha yaşlı
olurdu. Üst sınıfa mensup kızlar çok genç yaşta evlenirken daha alt sınıftan
kızların onlu yaşlarının sonlarında veya yirmili yaşlarının başlarında
evlendiklerine dair kanıtlar vardır.
Eğitim
Cumhuriyetin erken dönemlerinde okul olmadığından erkek
çocukları okuma yazmayı ya ebeveynlerinden ya da genellikle Yunan kökenli olan paedagogi adı verilen eğitimli
kölelerden öğreniyorlardı. Bu dönemde eğitimin başlıca amacı delikanlıları tarım, savaş, Roma gelenekleri ve
kamu işleri konusunda eğitmekti. Genç erkekler şehir hayatını babalarına dinî ve
siyasi görevlerinde eşlik ederek öğrenirlerdi. Asillerin oğulları Senato'da da
babalarına eşlik ederlerdi. Asillerin oğulları 16 yaşına geldiklerinde önde
gelen bir siyasi şahsiyetin yanına stajyer olarak verilir ve 17 yaşına
geldiklerinde orduyla sefere gönderilirlerdi (bu sistem imparatorluk döneminde
de bazı asil aileler arasında geçerliydi). Eğitim faaliyetleri MÖ 3. yüzyılda
Helen krallıklarının fethedilmesi ve sonrasındaki Yunan etkisiyle ıslah
edilmişti ancak yine de Roma eğitimi hâlen Yunan eğitiminden oldukça farklıydı.
Ebeveynlerin imkânları elveriyorsa erkek çocukları ve bazı kız çocukları 7
yaşında lüdus adı verilen özel
okula gönderilirdi. Burada 11 yaşına kadar litterator veya magister
adı verilen ve genellikle Yunan kökenli olan bir öğretmenden temel okuma yazma,
aritmetik ve bazen
de Yunanca
öğrenirlerdi. 12 yaşından itibaren öğrenciler ortaokula devam ederlerdi. Burada
grammaticus adı verilen
öğretmenden Yunan ve Roma edebiyatını öğrenirlerdi. 16 yaşında bazı öğrenciler belagat okuluna giderlerdi.
Buradaki hocalar da neredeyse istisnasız Yunandı ve kendilerine rhetor denirdi. Bu okullar
öğrencileri hukuk kariyerine hazırlıyordu ve öğrenciler Roma yasalarını
ezberlemek zorundaydı. Dinî günler ve pazar günleri dışında öğrenciler her gün
okula giderdi. Yaz tatilleri vardı.
Dil
Romalıların ana dili Latinceydi. Alfabede Yunan alfabesini temel
almış olan Etrüsk alfabesi esas alınmıştı. Her ne kadar günümüze kalan Latin
edebiyatının dili MÖ 1. yüzyılda ortaya çıkan ve yapay, fazlasıyla sitilize edilmiş ve
kibarlaştırılmış bir edebi lisan olan Klasik Latince olsa da Roma
İmparatorluğu'nda günlük konuşma dili Klasik Latinceden gramer, kelime haznesi
ve telaffuz bakımından belirgin bir farklılık gösteren Genel Latince idi.
Roma İmparatorluğu'nun yazışma dili Latince olmakla
birlikte Romalıların öğrendikleri edebiyatın büyük bölümü Yunanca kaleme
alındığından iyi eğitimlilerin arasındaki konuşma dili Yunanca idi. Doğu
imparatorluğunda Latince hiçbir zaman Yunancanın yerini alamadı ve Jüstinyen'in
ölümünden sonra Yunanca Doğu Roma İmparatorluğu'nun resmî dili oldu. Roma İmparatorluğu'nun
genişlemesiyle Latince Avrupa'da yayılmış ve zaman içinde Genel Latince farklı
yerlerde evrim geçirerek ve lehçeleşerek farklı Roman Dilleri haline
gelmiştir.
Bugün akıcı bir şekilde konuşabilenlerin sayısı oldukça
az olmakla birlikte Latince Roma Katolik Kilisesi'nin ve Vatikan'ın resmî
dilidir. Ayrıca Latincenin Lingua franca'nın kullanımında da payı vardır. 19. yüzyılda Fransızca, 20. yüzyılda da İngilizcenin yerini
doldurduğu Latince yine de dinî, hukukî ve bilimsel terminolojilerde yoğun bir
şekilde kullanılır. İngilizcedeki bilimsel kelimelerin yüzde 80'inin doğrudan
ya da dolaylı olarak Latinceden geldiği hesaplanmıştır.
Din
Roma'nın eski dini, en azından tanrılar söz konusu
olduğunda yazılı anlatımlarla değil tanrılar ve insanlar arasındaki karmaşık
ilişkilerle oluşturulmuştu. Yunan mitolojisinin
aksine tanrılar cisimleşmiş değil numina
adı verilen muğlak bir şekilde tanımlanmış kutsal ruhlardı. Romalılar aynı
zamanda herkesin, her yerin veya her şeyin ebedî bir ruhu olduğuna inanırlardı.
Roma Cumhuriyeti döneminde din, senatörlük mevkisine gelmiş kimselerin
görev aldığı ruhban makamlarından oluşan sıkı bir sistemin altında
örgütlenmişti.
Yunanlarla temas
arttıkça eski Roma tanrıları da giderek Yunan tanrılarıyla ilişkilendirilmeye
başlandı. Jüpiter Zeus ile aynı tanrı konumuna geldi. Mars Ares ile, Neptün de Poseydon ile
aynı konuma geldi. Roma tanrıları aynı zamanda Yunan tanrılarının vasıflarını
ve mitolojilerini de üstlendi. Roma tanrılarının antropomorfik nitelikler kazanması
ve Yunan felsefesinin iyi eğitimli Romalılar arasında yaygınlaşmasıyla eski
dinî törenlere ilgi azaldı ve MÖ 1. yüzyılda eski ruhban makamlarının siyasi nüfuzu devam etmekle
birlikte dinî önemi ciddi biçimde azaldı. Roma dini giderek daha fazla
imparatorluk sarayına temerküz etmeye başladı ve bazı imparatorlar ölümlerinin
ardından tanrılaştırıldı.
İmparatorluk döneminde Romalılar ele geçirdikleri
yerlerin mitolojilerini benimsediler ve bunun sonucunda geleneksel İtalyan
tanrı ve tanrıçalarının tapınakları ve rahipleri, yabancı tanrılarla yan yana
yer almaya başladı. Mısır'ın Isis'i ve
Perslerin Mitras'ı gibi birçok yabancı inanç popüler hale geldi. 2. yüzyıldan itibaren Hıristiyanlık başlangıçta karşılaştığı zulme rağmen İmparatorluk
içinde yayılmaya başladı. İmparator Nero döneminden itibaren Roma'nın Hıristiyanlık'a karşı resmî
tavrı olumsuzdu. İnsanlar sırf Hıristiyan oldukları için ölümle cezalandırılabiliyordu.
İmparator Diokletian
yönetiminde Hıristiyanlara yönelik zulüm doruğa çıktı. Ancak Büyük Konstantin döneminde Hıristiyanlık Roma devletinde resmî olarak
desteklenen bir din haline geldi ve oldukça popüler oldu. İmparator Iulianos döneminde
pagan inanışın başarısızlıkla sonuçlanan diriltilme çabalarından sonra
Hıristiyanlık imparatorluğun kalıcı dini haline geldi. 391 yılında imparator I. Theodosius'un bir
fermanıyla Hıristiyanlık dışındaki tüm dinler yasaklandı
Sanat, müzik ve edebiyat
Roma resim sanatında
Yunan etkileri görülür. Günümüze kalan örnekler ağırlıklı olarak şehir
dışındaki villaların duvarlarını ve tavanlarını süslemek için kullanılan
fresklerdir. Ancak Roma edebiyatında tahta, fildişi ve başka malzemelerin
üzerine yapılan resimlerden de bahsedilir. Pompei'de Roma resim sanatına ait
birçok örnek bulunmuştur ve bunlara dayanarak sanat tarihçileri Roma resim
sanatı tarihini dört döneme ayırırlar. Roma resim sanatının birinci üslubu MÖ
2. yüzyılın başından MÖ 1. yüzyılın başlarına ya da ortalarına kadar olan
dönemde uygulanmıştır. Roma resminin ikinci üslubu MÖ 1. yüzyılın ilk
yıllarında başlamış ve üç boyutlu mimari çizgileri ve manzaraları gerçekçi bir
şekilde resmetmeyi amaçlamıştır.
M.S. 50 yılı civarında
Nero döneminden bir genç kız portresi.Üçüncü üslup Augustus'un (MÖ 27-MS 14)
döneminde ortaya çıkmış ve basit süslemeyi tercih ederek ikinci üslubun
gerçekçiliğini reddetmiştir. Ufak bir mimari görüntü, manzara veya soyut
tasarım tek renkli bir fonun ortasına konuluyordu. MS 1. yüzyılda ortaya çıkan
dördüncü üslup ise mimari detayları ve soyut desenleri muhafaza ederek mitolojiden
sahneler resmediyordu.
Portre heykelciliği
genç ve klasik orantıları kullanıyordu, daha sonradan gerçekçilik ve idealizmin
bir harmanına doğru evrilmiştir. Antonin ve Severan dönemlerinde daha
gösterişli saçlar ve sakallar ağırlık kazandı. Ayrıca Roma zaferlerini resmeden
kabartma sanatında da ilerleme kaydedilmiştir.
Latince edebiyat
başlangıcından itibaren Yunan yazarlardan ciddi biçimde etkilenmiştir. Günümüze
kalan en eski çalışmalardan bazıları Roma'nın erken dönem askeri tarihinin
destansı anlatımlarıdır. Cumhuriyet geliştikçe yazarlar da şiir, komedi, tarih
ve tragedya yazmaya başladılar.
Roma müziği büyük
ölçüde Yunan müziğine dayanıyordu ve Roma hayatının birçok alanında önemli bir
rolü vardı.[89] Roma ordusunda tuba (uzun bir trompet) ve cornu (kornoya
benzeyen bir çalgı) bazı emirleri vermek için kullanılırdı. Öte yandan bucina
ve lituus törenlerde kullanılırdı. Müzik amfitiyatrolarda dövüş aralarında ve
odea'da çalınırdı. Dinî törenlerin çoğunda müzik çalınırdı.[92] Bazı müzik
tarihçileri müziğin tüm kamusal kutlamalarda kullanıldığını düşünmektedir.[89]
Ancak müzik tarihçileri Romalı müzisyenlerin müzik kuramına veya çalımına
önemli bir katkıda bulunup bulunmadığı konusunda emin değiller.[89]
Pompei ve
Herkulaneum'da bulunan grafitiler, genelevler, resimler ve heykeller Romalıların
gayet seks doygunu bir kültüre sahip olduklarını ortaya koymaktadır
Oyunlar ve aktiviteler
Roma gençliği zıplama, güreş, boks ve yarış gibi çeşitli oyun ve egzersizlerle uğraşırdı.[94] Taşrada zenginler boş zamanlarında balık tutmakla ve
avcılıkla da vakit geçirirlerdi. [95] Romalıların, içlerinden biri Amerikan hentbolunu andıran
çeşitli top oyunları da vardı.[94] Zar oyunları, kutu oyunları ve kumar oyunları Romalılar
arasında oldukça popülerdi. Kadınlar bu aktivitelere katılmazdı. Zenginler
arasında zaman zaman müzik, dans ve şiir okumasının da olduğu akşam yemeği
davetleri bir eğlence imkânıydı.[96] Her ne kadar eğlence kabilinden yemekler genellikle
tavernaları hor görmek anlamına gelse de plebler de bazen bu tür partilere
kulüpler veya tanıdıklar vasıtasıyla katılırlardı.[96] Çocuklar oyuncaklarla vakit geçirir ve birdirbir gibi
oyunlar oynarlardı.[95][96]
Popüler bir eğlence türü de gladyatör dövüşleriydi.
Gladyatörler muhtelif senaryolara göre muhtelif silahlarla ya ölümüne ya da
"ilk kana" göre dövüşürlerdi. Bu dövüşler imparator Claudius döneminde
popülerliklerinin zirvesine ulaştı ve Claudius dövüşün nihaî sonucunun
imparator tarafından bir el jestiyle belirlenmesi kuralını getirdi. Filmlerdeki
yaygın uygulanışın aksine bazı uzmanlar ölüm için verilen işaretin aşağı
gösteren baş parmağı olmadığına inanmaktadır. Her ne kadar hiç kimse jestlerin
tam olarak neler olduğunu bilmese de bazı uzmanlar imparatorun ölüm işaretini
yumruğunu kazanan dövüşçüye doğru uzatıp baş parmağını yukarı doğru kaldırarak
verdiğini, kaybeden dövüşçüyü bağışladığında ise yalnızca yumruğunu
kaldırdığını düşünmektedir.[97] Başka ülkelerden getirilmiş olan hayvanların halka
teşhir edildiği veya gladyatör dövüşlerine dahil edildiği hayvan gösterileri de
Romalılar arasında popülerdi. Bir mahkûm ya da gladyatör silahlı veya silahsız
arenaya atılır ve bir hayvan da aynı arenaya salıverilirdi. Dövüşlere katılan gladyatörler
senede yalnızca on gün dövüşürlerdi ve tek bir ölümüne dövüşte bugünün
parasıyla 500.000 avro kazanırlardı.
Roma'nın bir başka popüler mekanı Circus Maximus esas olarak at ve araba yarışları
için kullanılırdı ve hipodromu sel bastığında deniz savaşları düzenlendiği bile
olurdu. Ayrıca başka etkinlikler için de kullanılırdı.[98] 385.000 kişilik kapasiteye sahip[99] bu mekana Roma'nın her yerinden insan gelirdi. Birinde
yedi büyük yumurta, diğerinde de yedi yunus bulunan iki tapınak Circus
Maximus'un pistinin ortasında bulunurdu ve yarışçılar bir tur tamamladıklarında
ikisinden de birer tane azaltılırdı. Bunun amacı izleyicileri ve yarışçıları
yarışın istatistiklerinden haberdar etmekti. Spor mücadeleleri dışında Circus
Maximus pazar ve kumar alanıydı. İmparator gibi yüksek konumdaki yetkililer de
Circus Maximus'daki oyunları izlerdi zira tersi kabalık kabul edilirdi. Onlarla
birlikte şövalyeler ve yarışla alakalı birçok kişi, herkesin yukarısındaki özel
koltuklarında otururlardı. Ayrıca imparatorun bir takım tutması da kabalık
kabul edilirdi. Bin yıldan uzun süre ayakta kalan Circus Maximus MÖ 600 yılında inşa edilmiş ve buradaki son at yarışı MS 549'da yapılmıştır.
Teknoloji
Antik Roma dönemin en etkileyici teknolojik becerilerine
sahipti. Orta Çağ'da
yok olacak ve ancak 19. ve 20. yüzyıllarda
yakalanacak birçok ilerleme kaydetmişlerdi. Ancak başka kültürlerin
teknolojilerini benimsemek ve birleştirmek konusunda becerikli olmakla birlikte
Roma medeniyetinin pek yenilikçi ve ilerlemeci olduğu söylenemez. Romalıların
birçok pratik yenilikleri daha evvelki Yunan tasarımlarından uyarlanmıştı. Yeni
fikirlerin geliştirilmesi pek teşvik edilmezdi. Roma toplumu büyük bir aileyi
akıllıca yönetebilen belagatı kuvvetli bir askeri ideal kabul ediyordu. Roma
hukuku fikrî mülkiyet ya da keşiflerin desteklenmesiyle ilgili bir yasa
içermiyordu. "Bilim adamı" ya da "mühendis" gibi kavramlar
henüz yoktu ve ilerlemeler hünerlerine göre yeni teknolojileri ticaret sırrı
gibi gizleyen kıskanç zanaatkârlara havale edilmişti. Yine de bir dizi hayati
teknolojik hamle geliştirildi ve mükemmel biçimde kullanılarak Roma'nın
hâkimiyetine ve Avrupa üzerindeki etkisine büyük katkı sağladı.
Mühendislik
Roma mühendisliği Roma'nın teknolojik üstünlüğünde ve
mirasında büyük bir paya sahipti. Yüzlerce yol, köprü, su yolu, hamam, tiyatro ve arena inşa edilmişti. Kolezyum, Pont du Gard ve Panteon gibi
birçok anıt Roma mühendisliği ve kültürünün mirası olarak hâlen durmaktadır.
Mimari
Romalılar özellikle mimari çalışmalarıyla ünlüydü. Roma
mimarisi Yunan gelenekleriyle birlikte "klasik mimari" içinde
gruplandırılır. Ancak Roma Cumhuriyeti boyunca
Roma mimarisi üslup bakımından Yunan mimarisiyle neredeyse aynı olmuştur. Roma
ve Yunan binaları arasında birçok fark olsa da Roma, Yunanistan'ın değişmeyen,
formule edilmiş bina tasarımları ve orantılarından fazlasıyla etkilenmiştir.
İki yeni sütun düzeni ve Etrüsk kemerinden
alınan kubbe dışında Roma
Cumhuriyeti'nin sonuna kadar çok az mimari yeniliğe imza atılmıştır.
MÖ 1. yüzyılda Romalılar sayısız cesur mimari tasarıma imkân veren betonu kullanmaya başladılar. Daha önceleri inşaat işlerinde mermer kullanılıyordu. Yine MÖ 1. yüzyılda Vitruvius muhtemelen
tarihteki ilk bilimsel mimari inceleme olan De architectura'yı yazdı. MÖ 1. yüzyılın sonlarında Romalılar MÖ
50 yılı civarında Suriye'de icad
edilen cam üflemeyi kullanmaya başladılar. Mozaik de Sulla'nın
Yunanistan seferinden getirilen örneklerden sonra imparatorluk içinde çok
popüler hale geldi.
Yollar
Beton, döşemeli ve dayanıklı Roma yollarının yapımına
imkân sağladı. Bu yolların büyük bölümü Roma'nın çöküşünden bin yıl sonra bile hâlâ
kullanılmaktaydı. Roma İmparatorluğu içinde böyle geniş ve etkin bir seyahat
ağının inşa edilmesi Roma'nın gücünü ve nüfuzunu çarpıcı bir biçimde
arttırmıştı. Başlangıçta askerî amaçlarla, Roma lejyonlarını hızlı biçimde
konuşlandırmak için inşa edilen bu yolların çok büyük ekonomik önemi vardı.
Roma'nın bir ticaret kavşağı olarak konumunu güçlendiriyorlardı. Romalılar mola
yerleri ve gereken yerlerde köprüler inşa etmişler, kuryeler için sevkıyatın 24
saatte 800 kilometre yol yapmasına imkân veren vardiyalı at sistemini
kurmuşlardı.
Su yolları
Romalılar şehirlere, sanayi bölgelerine ve tarım
alanlarına su sağlamak için sayısız su yolları inşa etmişlerdir. Roma şehri
toplamda uzunlukları 350 kilometre olan on bir su yoluyla besleniyordu.[100] Su
yollarının büyük bölümü yerin altındaydı. Yalnızca ufak bir bölümü kemerlerle
desteklenmiş olarak yerin üstündeydi. Tamamen yerçekimi
gücüyle işleyen su yolları iki bin yıldır aşılamayan bir etkinlikle çok büyük
miktarda su taşıyorlardı. Bazen 50 metreden daha derin çukurlarda suyu yukarı
çıkarmak için sifon kullanılırdı.
Kanalizasyon
Romalılar sağlık koşullarında da büyük ilerlemeler
yaptılar. Romalılar özellikle thermae
adı verilen hamamlarıyla bilinirdi. Hamamlar hijyen kadar sosyal amaçlı da
kullanılırdı. Çoğu Roma evinde tuvalet, boru tesisatı ve Cloaca
Maxima adı verilen karmaşık bir kanalizasyon
sistemi vardı. Bazı tarihçiler kanalizasyon ve boru tesisatlarında kullanılan kurşunun
doğumlarda azalmaya ve Roma toplumunun güçten düşmesine neden olan geniş çaplı
bir zehirlenmeye sebep olduğunu, bunun da Roma'nın çöküşüne yol açtığını
düşünmüşlerdir. Ancak su yollarından gelen suyun akışı durdurulamadığından
kurşunun içeriği en aza inmiş olmalıydı.[101]
Ordu
Eski Roma ordusu (M.Ö. 500 civarı) dönemin diğer şehir
devletleri gibi Yunan medeniyetinden etkilenmişti. Bunlar hoplite adı verilen ağır piyade
taktikleri uygulayan vatandaşlardan oluşan milislerdi. Ordu küçüktü
(askerlik çağına gelmiş özgür erkeklerin sayısı 9.000 kadardı) ve üçü ağır
piyade, ikisi de hafif piyadelerden oluşan beş kısımda (siyasi olarak
vatandaşların örgütlendiği comitia
centuriata'ya paralel olarak) örgütlenmişti. Eski Roma ordusu taktik
bakımından sınırlıydı ve bu dönemdeki varlığı esas olarak savunmaya yönelikti.[102] MÖ
3. yüzyıla gelindiğinde Romalılar hoplite
tertibinden vazgeçerek muharebe alanında daha bağımsız hareket edebilen,
sayıları 120 ilâ 160 arasında değişen maniple
adında daha esnek bir sistem kurdular. Destek askerleriyle her biri on
manipleden oluşan üç destek hattının oluşturduğu 30 maniplelik bir grup bir lejyon
oluyordu. Eski cumhuriyet lejyonu her biri farklı donanıma sahip ve dizilişteki
yerleri farklı, üç manipular ağır piyade (hastai, principeler
ve triarii), bir hafif piyade
gücü (veliteler) ve
süvarilerden (equiteler)
meydana gelen beş kısımdan oluşuyordu. Yeni örgütlenmeyle birlikte ordu komşu
şehir devletlere karşı daha saldırgan ve mütecaviz bir yönelim içine girdi.[103]
Tam gücüyle erken dönemde bir Cumhuriyet lejyonu 3.600
ilâ 4.800 arasında değişen miktarda ağır piyade, birkaç yüz hafif süvari ve
birkaç yüz süvari ile toplamda 4.000 ile 5.000 arasında değişen miktarda
adamdan oluşurdu.[104]
Lejyonlar asker alımındaki noksanlıklar ya da kazalar, savaşlardaki kayıplar,
hastalı ve firar yüzünden sık sık güç kaybederdi. İç savaş sırasında Pompey'in
lejyonları yeni askerlerden kurulduğu için tam güce sahipti. Öte yandan
Sezar'ın lejyonları ise uzun Galya seferi yüzünden normal güçlerinin çok
altındaydılar. Bu durum yardımcı kuvvetler için de geçerliydi.[105]
Goldsworthy'nin anlattığına göre gerek Yunan ve Romalı
phalanx (mızraklı, kalkanlı
asker alayı), gerekse Roma lejyonları düşmanla tek seferlik, hızlı ve sonuca
götüren büyük ölçekli muharebelerde savaşmak üzere tasarlanmıştı. Bunda
genellikle oldukça başarılıydılar.[106]
Cumhuriyetin son dönemlerinde (MÖ 100 civarları) Marius'un reformları sırasında
örgütlenmede yapılan yeni değişiklikler orduyu daha esnek, çabuk toparlanan ve
çok yönlü bir güç haline getirdi. Lejyon artık eski maniplenin (artık adları centuriae
idi ve kumandanları da centuriandı)
üçünden meydana gelen her biri 480 adamdan oluşan on piyade taburuna
bölünmüştü.[107]
Ayrıca veliteler ve
(muhtemelen) equiteler saf dışı
bırakılmış yerlerine auxilia
(süvariler, okçular ve sapancılardan oluşan yedek birlikler) ve hafif piyadeler
(genellikle vatandaş olmayanlardan kurulurdu) getirilmişti. Lejyon içinde
bundan başka alt bölümler olmamakla birlikte lejyonerlerin beraberinde
doktorlar, mühendisler, teknisyenler, topçular gibi çok sayıda vasıf sahibi
adam bulunurdu.[108]
Bir piyade taburundaki centuriaeler
birleşik bir komuta yapısına sahiptiler ve taburdaki diğer centuriaeler ile tek bir birim olarak
çalışmakta deneyimliydiler. Taburlar halinde örgütlenmiş bir lejyonu kontrol
etmek daha kolaydı. Taburları ayırmak kolaydı. Muharebe alanında gerekli
olduğunda ya da birbirinden ayrı daha küçük kuvvetlere ihtiyaç duyulduğunda
bağımsız hareket edebiliyorlardı. Bu yüzden taburlar halinde örgütlenen
lejyonlar neredeyse her ölçekte harekatı yürütebiliyordu.[109]
Tarihte üç uzun süreli akım Roma ordusunun gelişimini
belirler: Profesyonelleşmenin artması, askere alınanların tabanının genişlemesi
ve askerî birimlerin çeşitliliğinde ve esnekliğinde bir artış. Cumhuriyet
döneminin sonuna kadar tipik bir lejyoner kırsal kesimden (adsiduus) mülk sahibi bir çiftçi
vatandaştı.[110]
Belirli harekâtlarda (genellikle yıllık) görev yapar, kendi teçhizatlarını ve equite iseler kendi binek
hayvanlarını tedarik ederlerdi. Harris'e göre MÖ 200'e kadar ortalama bir çiftçi
(eğer hayatta kalırsa) altı veya yedi harekâtta görev alabiliyordu.
Azlolunanlar, köleler (her nerede yaşarlarsa yaşasınlar) ve şehirde oturan
vatandaşlar ender yaşanan acil durumlar dışında orduda görev yapmıyorlardı.[111] MÖ
200'den sonra insan gücüne duyulan ihtiyacın artmasıyla kırsal alanlardaki
ekonomik şartlar bozuldu, dolayısıyla da askerlik için gerekli mülk nitelikleri
düştü. MÖ 107'de Gaius Marius
ile başlayarak mülksüz vatandaşlar ve bazı şehirli vatandaşlar (proletarii) da teçhizatları
sağlanarak askere alınmaya başladı ancak lejyonerlerin büyük bölümü yine kırsal
kesimdendi. Hizmet süreleri devamlı ve uzun hale geldi. Eğer gerekirse 20 yıl
kadar sürebiliyordu ancak Brunt bu sürenin genellikle altı ya da yedi yıl
olduğunu savunur.[112] MÖ
üçüncü yüzyıldan başlayarak lejyonerlere stipendium
ödenirdi (miktarı tartışmalıdır ama Sezar'ın askerlerinin maaşlarını yılda 225 denarii
yaparak iki katına çıkardığı bilinmektedir). Lejyonerler başarılı harekâtlarda
yağma yapabilir ve komutanlarından ganimet alabilirlerdi. Ayrıca Marius
zamanından başlayarak emekliliklerinde toprak da verilebiliyordu.[113]
Bir lejyona eşlik eden süvari ve hafif piyadeler genellikle görev yaptıkları
bölgeden toplanırdı. Bu askerler yerel şartları tanır ve bölgeye uygun bir
tarzda savaşırlardı.[114]
Sezar Galya seferinde görev yapmaları için Gallia
Narbonensis'deki vatandaş olmayan nüfustan Beşinci Alaudae adında
bir lejyon kurmuştu.[115] İç
savaş sırasında büyük ordulara ihtiyaç duyulduğundan iki taraf da vatandaş
olmayanlardan meydana gelen lejyonlar kurmuştu.[114] Augustus
dönemine gelindiğinde vatandaş asker fikrinden vazgeçildi ve lejyonlar tamamen
profesyonel hale geldi. Lejyonerler yıllık 900 sesterius
kazanıyordu ve emekliliklerinde 12.000 sesterius
alabiliyorlardı.[116]
İç savaşın sonunda Augustus askerleri tahliye edip,
lejyonları dağıtarak Roma askerî güçlerini yeniden örgütledi. 28 lejyon
oluşturdu. Bunlar artık Ren ve Tuna nehirleri tarafındaki sınır ve Suriye'deki
daimî kamplarda konuşlanıyordu. 150.000 vatandaş lejyonerden, yaklaşık aynı
miktarda auxilia ve büyüklüğü bilinmeyen deniz kuvvetlerinden oluşan bu ordu
imparatorluğun son dönemlerine kadar standart bir şekilde devam etti.[117]
Principate döneminde birkaç istisna dışında[118]
savaşlar daha küçük ölçekte yürütüldü. Auxilia
daha büyük birimler halinde örgütlenmedi ve bağımsız taburlar olarak kaldı.
Lejyoner askerler de lejyondan ziyade taburlar olarak faaliyet gösteriyordu.
Süvarileri ve lejyonerleri tek bir tertipte bir araya getiren yeni cohortes equitae garnizonlarda ve uç
karakollarda konuşlandırılıyordu. Bunlar kendi başlarına ufak dengeli kuvvetler
şeklinde savaşabildikleri gibi diğer ufak birliklerle bir araya gelip lejyon
büyüklüğünde bir kuvvet oluşturabiliyorlardı. Esneklikteki bu artış zaman
içinde Roma askerî güçlerinin uzun vadeli başarılarının sağlanmasında yardımcı
oldu.[119]
İmparator Gallienus
imparatorluğun nihaî askerî yapısını oluşturacak yeni bir örgütlenme
başlatmıştır. Sınırlardaki sabit noktalardan bazı lejyonerleri çeken Gallienus
yeni seyyar kuvvetler (Comitatenses
veya arazi orduları) yaratmış ve stratejik yedek güçler olarak sınırların
gerisine ve belirli bir uzaklığa konuşlandırmıştır. Bu yapılanma saldırı
durumunda sınırı güçlendirmek için askerleri bir eyaletten diğerine taşıma
ihtiyacını azaltmıştır. Sabit noktalardaki sınır askerleri (limitanei) savunmanın birinci hattı
olmaya devam etmiştir. Diocletianus bu
yeni örgütlenmeyi eski haline getirmiş ancak bu yapılanma 4. yüzyıl
ortalarında örnek haline gelmiştir. Diokletianus ayrıca Tetrarşi
adı verilen imparatorluğun doğu ve batı kısımlarının birer Augustus
(imparator) ve Sezar (imparator vekili) tarafından yönetildiği sistemi de
getirmiştir. Her biri sınırlara yakın farklı yerlerde ikamet edecek ve sorumlu
oldukları bölgedeki askerlere komuta edeceklerdi.[120]
Arazi ordusunun temel birimi alaydı. Piyadeler, lejyonlar ve auxilia'dan, süvariler ise vexellationelerden oluşuyordu. Eldeki
bulgulara göre piyade alaylarının gücü 1.200 asker, süvarilerin ise 600
askerdi. Ancak çoğu kayıtlar asker sayılarının daha az olduğunu göstermektedir
(800'e 400). Çoğu piyade ve süvari alayları bir comesin kumandanlığında çiftler halinde görev yapıyorlardı.
Romalı askerlere ilaveten arazi ordularında foederati adı verilen müttefik kabilelerden alınmış
"barbar" alayları da bulunuyordu. 400 yılına gelindiğinde foederati alayları Roma ordusunun
daimî birlikleri haline geldi. İmparatorluk teçhizatlarını sağlıyor ve
maaşlarını veriyordu. Başlarında Romalı bir tribune vardı ve bu alaylar tıpkı diğer Romalı alaylar gibi
kullanılıyordu. Foedetainin
dışında imparatorluk lejyonlarla birlikte savaşmak üzere başka barbar
gruplarını da arazi ordularına entegre etmeden kullanmıştır. Önderliklerini
mevcut en yetkili Roma generalinin kumandanlığında kendi subayları yapardı.[121]
Trireme
maketi
Ordunun liderlik yapısı Roma tarihi içinde büyük
evrimler geçirmiştir. Monarşi döneminde hoplite ordular Roma krallarının
yönetimindeydi. Roma
Cumhuriyeti'nin erken ve orta dönemlerinde ise askerî güçler her
yıl seçilen iki konsülden
birinin komutasındaydı. Cumhuriyetin sonraki dönemlerinde senato seçkinleri cursus honorum olarak bilinen kamu
görevlerinin normal sırasınca önce quaestor
(genellikle arazi kumandanlarına vekil olarak atanırlardı), sonra praetor (bazen eyalet valisi olarak
atanır ve bölgedeki askerî güçlerden sorumlu olurlardı), sonra da konsül (tüm
askerî güçlerin baş kumandanı) olarak görev yapıyorlardı. Praetor veya konsül
görevi tamamlandıktan sonra bir senatör senato tarafından propreator veya proconsul (bir önceki en yüksek
konumuna göre) olarak bir dış eyaleti yönetmekle görevlendirilebilirdi. Alt
kademe yöneticiler (centurion
seviyesindekiler değil) kendi clientelaelerindeki
kumandanlar tarafından ya da senato seçkinleri içindeki siyasi müttefiklerin
önerdikleri kişiler arasından seçilirdi.[122] En
önemli siyasi önceliği orduyu daimî ve tek bir kumandanlık altında toplamak
olan Augustus döneminde imparator tüm lejyonların yasal komutanı oldu. Ancak
kumandanlığı senato seçkinleri arasından tayin ettiği legatus (elçi) aracılığıyla yapıyordu. Tek bir lejyonun olduğu
bir eyalette elçi lejyona kumandanlık eder (legatus legionis) ve aynı zamanda eyaletin valiliğini yapardı.
Öte yandan birden fazla lejyonun olduğu bir eyalette her lejyon bir elçi
tarafından komuta edilir ve elçilere de eyalet valisi kumandanlık ederdi (daha
yüksek rütbeli bir elçi).[123]
İmparatorluk döneminin sonraki aşamalarında (Diokletian'dan itibaren
denilebilir) Augustus'un modelinden vazgeçildi. Eyalet valilerin elinden askerî
otorite alındı ve eyaletlerdeki orduların komutası imparator tarafından tayin
edilen generallere (duceler)
verildi. Bunlar Romalı seçkinlerden değildi. Ordu kademelerinden yükselmiş ve
daha fazla askerlik tecrübesi olan kimselerdi. Giderek artan biçimde bu
generaller (bazen başarılı da olarak) kendilerini tayin eden imparatorların
konumlarına el koymaya çalışmışlardır. Azalan kaynaklar, artan siyasi kargaşa
ve iç savaş sonunda Batı İmparatorluğu'nu komşu barbarların saldırılarına ve el
koymalarına müsait hale getirmiştir.[124]
Öte yandan Roma donanması hakkında Roma ordusuna
kıyasla daha az bilgi vardır. MÖ 3. yüzyıl ortalarına kadar duumviri navales adı verilen subaylar
esas amacı korsanlarla mücadele olan yirmi gemilik filolara kumandanlık ederdi.
MÖ 278 yılında bu filoların yerini müttefik güçler aldı. Birinci Pön Savaşı
sırasında daha büyük filoların inşası zorunlu hale geldi ve müttefiklerin
yardımları ve finansmanlarıyla daha büyük filolar inşa edildi. Müttefiklere
yönelik bu itimat Roma Cumhuriyeti'nin sonuna kadar devam etti. Quinquireme Pön Savaşları
sırasında her iki tarafın da kullandığı başlıca savaş gemisiydi. Augustus
döneminde yerini daha hafif ve manevra kabiliyeti daha yüksek olan gemiler
aldı. Trireme
ile kıyaslandığında quinquireme
tecrübeli ve tecrübesiz adamların karışımından oluşan bir mürettebatın
kullanılmasına imkân veriyordu (esas olarak kara gücü olan bir ordu için
avantaj). Gemilere genellikle vatandaş olmayan navarch (centurionun
muadili bir rütbe) kumandanlık ederdi. Potter'a göre filo ağırlıklı olarak
yabancılardan oluştuğu için donanma da Romalı kabul edilmezdi ve bu sebeple de
barış dönemlerinde körelmeye müsaitti.[125]
Eldeki bilgilere göre imparatorluğun son döneminde
(350 civarı) Roma donanması, savaş gemileri ile ikmal ve ulaştırma amaçlı
gemilerden oluşan birkaç filodan oluşuyordu. Savaş gemileri üç veya beş sıra
kürekçi tarafından çekiliyordu. Filoların üsleri batıda Ravenna,
Arles, Aquilea, Misenum ve Somme nehrinin ağzı; doğuda ise İskenderiye ve
Rodos
gibi limanlardı. Önde gelen generallerin hem orduya, hem de donanmaya
kumandanlık etmiş olmaları deniz kuvvetlerinin bağımsız bir kuvvet olarak değil
ordunun yedek gücü olarak görüldüğünün göstergesidir. Bu dönemdeki komuta
yapısı ve filoların gücü bilinmemekle birlikte filoların valilerin komutasında
olduğu bilinmektedir.[126]
Roma Dönemi'nde Anadolu Tiyatroları
Giriş
Dinsel törenler, tragedya ve komedya türü oyunların
sergilendiği tiyatroların ortaya çıkışları dinsel nedenlere dayanmaktadır.
Orkestrada yer alan sunak (thymele) ve tiyatroların Dionysos tapınakları
çevresinde oluşları ile tiyatro içindeki bezemelerde Dionysos
tasvirlerinin varlığı bunu desteklemektedir.
Tiyatrolar ilk olarak M.Ö. 6. ve 5. yüzyıllarda ortaya
çıkmaktadır. Tiyatrolarda gösteriler M.Ö. 4. yüzyıla kadar açık havada, daire
biçimli zemini sıkıştırılmış topraktan olan orkestrada yapılmaktaydı.
Seyirciler ise orkestrayı çevreleyecek biçimde bir yamaca dizilmekteydiler ya
da yamaca kurulmuş ahşap sıralarda oturmaktaydılar. Yine bu dönemde sahne de
ahşaptan yapılıyor olmalıydı. M.Ö. 4. yüzyıldan itibaren taştan yapılmış
tiyatrolar görülmeye başlanır. Bunlara örnek olarak; Yunanistan’da Atina
Dionysos Tiyatrosu, Epidauros Tiyatrosu (mimar Polykleitos, M.Ö. 4. yüzyıl),
Delos Tiyatrosu (M.Ö. 3. yüzyıl), Anadolu’da Priene (M.Ö. 3. yüzyıl), Milet,
Bergama, Efes, Magnesia, Iassos, Metropolis tiyatroları verilebilir.
Romalılar ise geç dönemlere kadar tam anlamıyla taş
tiyatrolara sahip olmadılar. Oyunlar sergileneceği zaman ahşap oturma sıraları
ve sahne binası inşa ediliyor ve sonradan sökülüyordu. Geç Cumhuriyet Dönemi
sonlarına kadar inşa edilen ahşap tiyatrolar çok gösterişli olabilmekteydiler.
Roma’da ilk kalıcı tiyatronun yapımına M.Ö. 2. yüzyılın ortalarında girişilmiş,
inşaata başlandıktan bir süre sonra Senato tarafından yapının yıkılmasına karar
verilmiştir. Roma’daki ilk kalıcı tiyatro ise M.Ö. 58’de M. Aemilius Scaurus’un
bayındırlık memurluğu sırasında inşa ettirdiğidir, ahşap tiyatrodur. Yaşlı
Plinius’a göre sahne binası (scaenae frons) üç katlı idi ve alt kat mermer
(muhtemelen kaplama), orta kat cam (muhtemelen mozaik), üst kat ise yaldızlı
ahşaptan inşa edilmişti. Ayrıca aralarında 3000 tunç heykelin bulunduğu 360
sütundan ve 80 bin izleyici kapasitesinden bahsetmektedir. M.Ö. 55’te ise
Pompeius tarafından Mitylene tiyatrosu örnek alınarak Roma’nın ilk taş
tiyatrosu Campus Martius’da inşa edildi. Pompeius döneminden sonra diğer bir
taş tiyatro, Caesar döneminde (M.Ö. 46-44) başlanıp, Augustus döneminde
tamamlanan Marcellus Tiyatrosu’dur. Alt katı Dor orta katı İon ve üst katı Korinth
düzeninde sütunlar ile bezenmiştir.
Roma dışındaki şehirlerde taştan inşa edilmiş daimi tiyatrolar daha önce ortaya
çıkmaya başlamıştır. M.Ö. 2. yüzyılın ortasına ait olan Gabii’deki gibi
bazıları tapınak kompleksinin bir parçasıydılar ve ana işlevleri, tapınmayla
ilgili müzikli ve danslı törenlerin sunum yeriydi. Bir diğeri ise Sulla
döneminde (M.Ö. 82-79) inşa edilmiş Pompeii’deki Küçük Tiyatro’dur. Bu tiyatro
herhangi dini bir işlev üstlenmeyen bir kamu yapısıydı. Dikdörtgen planlı bir
yapıdır ve üzeri muhtemelen çatı ile kapatılmıştı. Plan olarak Milet ve Atina
Bouleterion’unu hatırlatan bu yapının orchestrası ve scanae ile auditoriumun
bir bütün oluşuyla Roma karakteri göstermektedir.
Roma tiyatrosunun
bölümleri
a. Cunei (Gradus): İki merdiven arasında kalan oturma
sırası bloğu.
b. Moneian: Oturma sıralarını birbirinden ayıran
yatay, geniş yol.
c. Orkestra: Seçkin kişiler için koltukların bulunduğu
alan.
d. Pulpitum: Ön sahne. Oyunun oynandığı bölüm.
e. Skene Frons: Sahne binasının ön yüzü – ön duvarları.
f. Parados: Seyirci girişleri.
g. Paraskene: Yan odalar.
h. Postskene: Sahne arkasında kulis, aktör locaları ve
dekor odalarının bulunduğu bölüm.
i. Auditorium: Seyircilerin oturma sıralarının
bulunduğu kısım.
j. Skene: Sahne binası.
k. cavea : seyircilerin oturduğu bölümün tamamına
verilen ad.
l. porto regia :ön sahneden arka sahneye açılan
ana kapı.
m. porto hospıtalıa : ön sahneden arka sahneye
açılan yan/yardımcı kapılar.
n. diazoma : cavea'yı yatay olarak ortadan bölen
ana yürüyüş yolu.
o. summa cavea : diazomanın böldüğü cavea'nın
yukarı kısmı.
ö. furnicatum : diazoma da bulunan beşik-tonoz
yapıda inşa edilmiş galeri
Roma ve Grek
tiyatroları arasındaki farklar
Roma tiyatroları, Grek tiyatrolarını örnek almalarına
rağmen belirgin farklılıklar mevcuttur. Bu farklar şunlardır. Grek tiyatrosu
teatron ve sceneden oluşurken, Roma tiyatroları tek bir yapıydı. Sahne binası
ve auditorium kesintisiz bir çevre duvarı ile bir araya toplanmıştır. Sahne
binasının duvarları auditorium ile aynı yüksekliğe çekilerek kapalı bir alan
yaratılmış ve seyircinin dış dünya ile ilişkisi kesilerek dikkatin sahnede
yoğunlaşması sağlanmaya çalışılmıştır. Kapalı alan oluşumunu biraz daha
güçlendiren başka özellikler de mevcuttur. Bunlardan birincisi sahnede gösteri
yapanları hava şartlarından korumak için yapılmış olan ahşap çatıdır. Ayrıca bu
çatı sesin daha iyi dağılmasını sağlayan akustik bir görev de görmekteydi.
Bununla birlikte izleyiciler için dış duvar üzerinde yerleştirilmiş ahşap
direklere asılı tenteler bulunmaktaydı. İkinci özellik ise sahne duvarının
(scaenae frons) zengin bir biçimde dekore edilmesidir. İki ya da üç katlı inşa
edilmiş olan scaenae frons, sütunlar, girinti-çıkıntılar, eğik-düz şekiller ve
heykellerle bezenerek düzenlenmiştir. Bu mimari biçim güneş yardımıyla
ışık-gölge oyunları oluşturuyor, canlılık ve hareket yaratıyordu.
Romalı mimarlar kemer ve tonoz kullanarak tiyatroları
düz bir zemine oturtabilmekteydiler. Bununla birlikte Yunan Tiyatrolarında
olduğu gibi tiyatroları bir yamaca yasladıkları da olmuştur. Grek
tiyatrolarında görülen at nalı şeklindeki plana sahip orkestra Romalı mimarlar
tarafından yarım daire haline getirilmiştir. Böylece auditorimun en ucundaki
seyirciler dahi sahneyi iyi bir biçimde görebiliyorlardı. Orkestranın yarım
daire şeklini alması auditoriumun da yarım daire kalmasını sağlamıştır. Ancak
bunun görülmediği durumlar da söz konusudur. M.Ö. 2. yüzyıldan itibaren
üzerinde oyunların oynandığı proskene genişletilmiş, orkestra işlevini
yitirmiştir. Orkestrada önemli kişilere oturma yerleri hazırlanmıştır.
Grek tiyatrolarında sahne binası ve cavea arasında
çapraz şekilde yer alan paradoslar auditoryuma paralel biçimde yapılmıştır.
Paradosların üzeri tonoz ile kapatılarak, oturma sıralarının bir kısmının
taşınması sağlanmıştır. Cavea altındaki tonozlu geçitlerle moneiana ulaşılmakta
ve buradan oturma sıralarına geçilmekteydi. Grek tiyatrolarında görülmeyen bir
başka özellik ise auditorium kısmının en üst sırasını sütunlu bir galeri inşa
edilmiş olmasıdır. Burası izleyicilerin gezinebilecekleri ya da yağmurdan
korunabilecekleri bir alandır.
Anadolu’daki Roma
dönemi tiyatrolarından bazıları
Anadolu’da İmparatorluk döneminden kalma çok sayıda
tiyatro bulunmaktadır. Bu tiyatrolarda yerel mimari özellikler ve Roma mimari
öğeleri bir arada görülebilmektedir. Anadolu’daki, Roma tiyatrolarının bir
kısmı Grek tiyatrolarının Roma mimarisine uygun biçimde yapılan eklemelerle
dönüşüme uğramış binalar (Priene, Milet, Efes, Bergama gibi), bir kısmı ise
yeni inşa edilmiş kamusal yapılardır (Aspendos, Perge, Limyra, Myra, Hierapolis
gibi).
M.Ö. 3. yüzyılın ikinci yarısının başlarında inşa edilmiştir. Bir yamaç üzerine
oturmuştur. 3. yüzyılın başından itibaren eklemeler ve onarımlar yapılmıştır.
Auditorium ve orkestra yarım daire biçimlidir. İmparatorluk döneminde skeneye
bir kat daha eklenerek üç katlı hale getirilmiştir. Sahne sütunlar ve
kabartmalarla süslenmiştir. Yine bu dönemde anıtsal giriş ve merdivenler ile
auditorium üzerine sütunlu galeri eklenmiştir. Oturma sıralarının orkestradan
daha yüksek bir seviyede başlaması burada venationes denilen gladyatör-vahşi
hayvan dövüşleri düzenlenmiş olduğunu gösterir (aynı özellik Ksanthos
Tiyatrosu’nda da görülmektedir). Ayrıca venationes sahnelerinin canlandırılmış
olduğu friz parçaları ele geçmiştir. Bununla birlikte üzerinde bir üç ayaklı
kazanın iki yanında duran iki antitetik grifonun betimlendiği bir Dionysos
sunağı bulunmuştur. Yaklaşık 15.000 kişi kapasitelidir.
İlk olarak M.Ö. 2. yüzyılın sonlarında inşa
edilmiştir. Cladius döneminde (41-54) eklemeler yapılmaya başlanmıştır. Sahne
binasının ilk iki katı Nero döneminde (54-68), üçüncü kat ise Septimius Severus
döneminde (193-211) inşa edilmiştir. Analemma duvarları 92-112 yılları arasında,
velarium (tente) ve scaenae frons süslemeleri 140-144 yılları arasında,
velarium yenilemesi ise 200-210 arasında yapılmıştır. Sahnenin ön yüzü nişler,
sütunlar, kabartma ve heykellerle bezenmiştir. Auditorium üzerinde sütunlu bir
galeri yer almaktadır. Orkestrası yarım daire biçimlidir. Paradoslar ise Grek
özelliği gösterir. Auditoriumu iki diazoma ile üç bölüme ayrılmıştır ve en alt
oturma sırasında orkestrayı çevreleyen korkuluklar yer almaktadır. Yamaca
yaslanmış olması, auditoriumunun at nalı biçimli olması, ve paradosların çapraz
olması Hellenistik özellikleridir, orkestra yarım daire biçimiyle ve sahnenin
düzenlenişi Roma planındadır. Auditoriumun genişliği 145 metre, yüksekliği 30
metredir. Yaklaşık 24-25 bin kişi kapasitelidir. Sahne 25x40 metre
ölçülerindedir.
Auditoriumunun at nalı biçimli oluşu daha önce bir Hellenistik
tiyatro olduğunun işaretidir. Caveanın alt kısmında 26, üst kısmında 16 oturma
sırası bulunur. Proskenionu, imparatorluk döneminde yenilenmiştir. Skene ön
cephesinde Dor düzeninde yarım sütunlar yer almaktadır. Skenenin arkasındaki
koridorun iki ucundaki odaların kapıları üzerinde “Homerites”, “Olimpionikos”,
“Asttonikos” gibi oyuncu isimleri bulunmaktadır. Paradoslar herhangi bir
değişikliğe uğramamıştır. Güney paradosta yer alan yazıtta logeion ve
proskenenin 10 kez üst üste stephanephores olmuş G. Iulios Zolios tarafından
yaptırılıp tanrıça Aphrodite ve Demos’a ithaf edilmiş olduğunu bildirir. Bu
yazıtta bahsedilen kişi M.Ö. 39 – 27 arasında yaşamış olmalıdır. Başka bir
yazıtta ise cunei’de yapılan çalışmaların Aristocles Mosollos tarafından Artemis
ve Sebastoi’ye ithaf edildiği görülmüştür. Bu yazıt da 1. yüzyıl tarihi
vermektedir. Antonius Pius (138-161) dönemi’nde yaşamış T. Cladius Zoilos
tarafından ve M. Aurelius (161-180) zamanında yaşamış M. Aurelius Menestheus
Scopas orkestrada çalışmalar yaptırmışlardır. Yaklaşık 10.000 kişi
kapasitelidir.
Sahne binası ile auditoriumun uyumlu bileşimi burada
görülmektedir. Tiyatro dış dünyadan ayrılmış, kendi içinde mimari çerçeveli
kapalı bir mekandır. Küçük bir bölümü yamaca dayanmış olan Aspendos
Tiyatrosu’nun üst kesimi tonozlu üzerine inşa edilmiştir ve auditoriumu at nalı
biçimlidir. Böyle bir biçim Hellenistik geleneğe bağlılık ya da mimari
zorunluluk olarak ortaya çıkmış olabilir. Paradoslar paraleldir ve tonozludur,
bunların üzerinde localar yer alır. Auditorium bir diazoma ile iki kısma
ayrılmış ve üstteki bölümün en üst sırası 50 sütunlu bir revak ile örtülmüştür.
Sahne binası, scaenae frons ve proskeneden oluşmaktadır ve iki katlıdır.
Scaenae fronsun proskeneye açılan 5 kapısı vardır. Bunlardan ortada yer alan
büyük kapı “porta regia”, küçük olanlar ise “porta hospitales” olarak adlandırılıyordu.
Skene frons günümüze ulaşmayan zengin bir sütun mimarisi ile bezenmişti,
sütunlar dönüşümlü olarak yuvarlak ve üçgen alınlıklar taşıyorlardı. Sahne dış
duvarı iç düzenleme ile uyumludur. Dış duvarın en üst sırasındaki 17 pencere,
auditoriumdaki kemerli bölüme karşılık gelmektedir. Dış yüzdeki basit bir silme
ile yapının iki katlılığı vurgulanmıştır. Ele geçen bir yazıttan öğrenildiğine
göre M. Aurelius (161-180) döneminde mimar Theodoros’un oğlu Zenon tarafından
tasarlanmıştır. Sahne binasının her iki yanındaki giriş bölümleri üzerine
işlenmiş olan Grekçe ve Latince yazıtlar Curtius Crispinus ile Curtius
Auspicatus’un tiyatroyu “ülkenin tanrılarına ve imparatorluk evine”
sunduklarını belirtmektedir.
Perge tiyatrosunda Roma ve Grek mimari özellikleri bir
arada görülmektedir. Tonozlarla taşınan diazoma, auditoriumun üst kesimini
çeviren sütunlu galeri ve yüksek sahne binası Roma mimari özellikleri gösterir.
Buna karşın bir yamaç üzerine inşa edilmiş olması, üstü açık paradoslar ve at
nalı biçimli auditorium ve orkestra ise Grek özelliğidir. Yaklaşık 15.000 kişi
kapasiteli olan tiyatroya diazomanın iki yanında bulunan kapılar ve
paradoslardan geçilerek girilebilmekteydi. 2. yüzyılın ikinci yarısında inşa
edilmiş olan sahne iki katlıydı ve oldukça zengin biçimde bezeliydi. Gladyatör
ve vahşi hayvan dövüşleri yapılıyor olması nedeniyle auditoriumun en alt
sırasına orkestrayı çevreleyen korkuluklar eklenmiştir. Bir arşitrav yazıtında
Marcus Plancius Rutlius Varus isimli Pergeli bir senatörün tiyatro inşaatında
finansör olduğu bilgileri vardır. Başka bir yazıtta Tacitus döneminde (272-276)
orkestra ve sahnedeki değişikliklere işaret eder. Sahne binasının Dionysos ile
ilgili frizi Antoninler (117-193), Kentauromakhia ve Gigantomakhia frizleri
Gallienus (260-268) dönemi özellikleri göstermektedirler. Yapının son şeklini
alması Nero döneminden (54-68) Tacitus dönemine kadar devam eden süreç içinde
gerçekleşmiştir.
2. yüzyıla tarihlenen tiyatro tonozlu temeller üzerine
oturtulmuştur. Bu biçimdeki inşa sistemiyle Doğu Akdeniz’deki tek örnektir.
Skene arkasındaki yer alan agora ile birlikte auditoriumun yerleştirildiği
tonuzlu ve iki katlı konstrüksiyonun Side’nin kuzey-güney yönlü caddesine
dayanması, halkın rahatlıkla ve kısa zamanda yapıya girip çıkmasını sağlamıştı.
Ancak auditoriumun yarım daireyi aşan şekli Hellenistik geleneğe uygundur.
Sahne binası üç katlı ve auditorium ile aynı yükseklikte olmalıydı. Sahne
binasının ön yüzü sütunlar, heykeller ve nişler ile zengin bir biçimde
süslenmiştir. Proskenionun arkasında, skenenin alt bölümü mitolojik olayları
tasvir eden kabartmalarla bezelidir. Paradoslar tonozlarla kapatılmıştır ve
auditoriuma çapraz şekildedir. Auditoriumun her iki ucundaki iki küçük şapel ile
auditorium sıralarında rahiplerin oturacağı yerler yazıtlarla gösterilmiştir ki
bu da tiyatronun 5.-6. yüzyıllarda kilise olarak kullanıldığı göstermektedir.
Sonuç
Augustus döneminde (M.Ö. 27 – 14) “Pax Romana” ile
birlikte Anadolu kentleri zenginleşmeye başlamıştır. İmparatorluk yönetimi,
kendine yakın ve sadık kişileri yönetim makamlarına getirmiştir. Bu kişiler de
Roma’ya olan minnettarlıklarını göstermek ya da yönetime gelmeleriyle artan
gelirlerinin azalmasını önlemek ve mevcut iktidarlarını kaybetmemek için
Roma’nın yüceliğinin ispatı olacak bağışlarda bulunarak bir yapı yaptırmakta
veya mevcut yapılarda tamirat ve eklemeler yaptırmaktaydılar. Bunların bir çoğu
halkta hayranlık ve saygı uyandıracak derecede lüks yapılardı. Ayrıca yine
yapılarda Roma’nın siyasi etkinliğini pekiştiren, dinsel propaganda aracı olan
İmparatorluk Kültüne ait yazıtlar, heykeller gibi özellikler de görülür.
Augustus döneminde hareketlenen tiyatro inşası 1. yüzyılın sonlarında artış
göstermiştir. Bunun nedeni sadece kentlerin ekonomik faaliyetlerinin artmasıyla
refah düzeylerinin yükselmiş olması değildir. İmparatorluk tarafından
özendirilen glatyatör dövüşleri (munera) ve hayvanlarla yapılan dövüşlerin
(venationes) etkisi de bulunmaktadır. M.Ö. 129’da Roma’nın Asya Eyaleti olan
Anadolu’da mimari yapılar kullanılarak Romalılaştırma hareketlerine yardım
sağlanmıştır. Halka yönelik yapılarda görülen gelişmeler Roma’nın gücü ve
hakimiyetini kabul ettirmeyi amaçlayan propaganda hareketinden
kaynaklanmaktadır. Roma yönetimi altına alınan yerel halk kamuya hitap eden
yapıların inşasıyla hoşnut edilerek kontrol altında kalmaları amaçlanmıştır.
TİYATRONUN BAŞLANGICI VE İLK OYUN TÜRLERİ
Esir alınan bazı Grek askerleri sayesinde
Yunan Tiyatrosu,Roma'da tanınmaya
başlandı. Çünkü bu askerler, Euripides'in eserlerini okuyabiliyorlardı. Ancak
Roma Tiyatrosu'nun kaynağı da şenliklere gidiyordu. Arvales denilen din
adamlarıyla birlikte çiftçi ve çobanlardan kurulu bir topluluk ekin
dönemlerinde tarım tanrıçası "Demeter" adına törenler düzenlerlerdi.
Ekin kalktıktan sonra başlayan düğünlerde dansların yanı sıra, FESCENNİUM
ezgileri söylenir, dans edilirdi. Bu ezgilerin dramatik bir önemi yoktu ancak
oyunların kurulmasında etkili oldu. Fescennium ezgileri halk tarafından oynanan
gülünç oyunlarla birleşince SATURA adı verilen kaba çizgili kısa güldürüler
ortaya çıktı. SATURA ilk kez, İ.Ö. 364 yılında Roma'da düzenlenen oyunlarda
oynandı. İ.Ö. 240 yılından itibaren de Roma oyun alanında düzenli olarak
tragedya ve komedyalar oynanmaya başlandı. İ.Ö. 220 tarihlerinden itibaren LUDİ
PLEBEİ yani halk gösterileri düzenlenmeye başlandı. Önceleri yılda 4
kez,Nisan,Temmuz,Eylül,Kasım aylarında düzenlenen Ludi Şenlikleri daha
sonraları hemen her fırsatta ( düğün,zafer,cenaze vb.) düzenlenir oldu. Roma
senatörlerinin tiyatroyu yasaklamak istemelerine karşın İ.S. IV.yy.da bu
gösteriler yılda 170'e çıktı.
GÜLDÜRÜ ÇEŞİTLERİ VE YAZARLARI
İleriki yüzyıllarda Roma tiyatrosunun etkisi
sadece güldürü alanında görüldü. Roma'da genel olarak 6 güldürü türü vardır.
FABULA TABERNİA
Daha çok köylerde oynanan ve temeli
doğaçlamaya dayanan oyunlardı.
FABULA ATTELANA
Satir türünü anımsatan kısa oyunlardı.
Dramatik yarışmasının bitiş veya başlangıcında oynanırdı. Groteks
(abartı)tipler vardı. Maskara,bilgiç,asker v.b...Attelan komedyası edebi bir
biçime girince iki önemli yazar ortaya çıktı. Pomponius konuları günlük
yaşamdan almış ve yabancıları,mitoloji kahramanlarını taşlamıştır. Novius
hakkında ise pek bilgiye rastlanmamıştır.
MİMUS
Kaba,çoğunlukla açık saçık güldürüler. Bu
türle birlikte, aldatan eş ve çapkın genç üçlüsü işlenmeye başladı. Zaten gerek
Attelan gerekse mimusda zina, en sık işlenen konuydu.
PANTOMİMUS
Uçarı,danslı bir gösteri. Bir dansçı
arkasında yer alan koronun desteğiyle maske ve kostüm değiştirerek bir çok tipi
canlandırdı. Pantomimus dansı ciddi,trajik konuları özellikle Yunan ve Roma
tragedyalarını canlandırırdı.
FABULA TOGATA
Bunlar diğerlerine oranla daha çok Roma
özelliklerini taşıyan güldürülerdi. Kadınların toplumsal sorunları işleniyordu.
FABULA PALLİATA
Bu tür; Antik Yunan'ın Menandros tarafından
temsil edilen yeni komedyasını esas aldı. Yeni komedya türünü Roma'ya sokan ve
Palliata komedyasının ilk yazarı Andronicus bir köleydi. Antik Yunan
yapıtlarının ilk çevirmeni diye bilinir.
Naevius,Contaminatio denilen, çeşitli
oyunların sahnelerini bir komedya içinde toplayarak ortaya çıkarılan güldürü
türünü ilk başlatan yazardır. Ayrıca aristokratları taşlayarak yazdığı
güldürülerle FABULA PRAETEKSTA türünü ortaya
çıkardı.
Ancak,en önemli komedya yazarı, PLAUTUS'tu.
Halkın beğenisine uygun oyunlar yazdığı için en çok tutulan yazar, Rönesans'ta
bir çok yazara,oyunlara örnek oldu. Yeni komedyayla Attelan güldürülerinin
karışımı olan oyunlarında, siyasal konulara girmekten kaçınmış, kelime
oyunlarını,tersinlemeyi kullanmıştır. Plautus, düşünmeyi sevmeyen halk
için,oyunlarını yalın bir dille yazar, oyunun başında özetini ve karakter
özelliklerini verirdi. İyi işlenmiş karakterlere karşın, kurguya dikkat
etmez,oyunlarında sürprizlere yer vermezdi. Oyunlarındaki en önemli karakter
"kurnaz köle"ydi, bir diğeriyse "yosma". Bazı eserleri;
Eşekler, İkizler, Köleler, Çömlek, Amphitruo, Üç akçelik kişi, Casina, Hortlak.
Roma komedyasının ikinci ünlü yazarı
Terentıus,Romalı bir senatörün kölesiydi. Onun zekâsını gören senatör onu
yetiştirdi ve sonunda özgürlüğünü verdi.Çağının en ünlü yazarları arasında
yetişti. Genç öldüğü için ancak 6 komedya yazdı. Plautus'un tersine aristokrat
sınıfa yöneldi. Komedyaya psikolojik gelişimi getirdi. Kişilerin duygularının
yorumunu yapar ve psikolojilerini belli etmeye çalışır. Olay dizisini kurmada
Plautus'tan daha başarılıdır ancak oyunlarındaki durgun hava halk tarafından
tercih edilmemesine neden olmuştur. Eserleri; Özünün
Celladı,Hadım,Kardeşler,Farmıo,Kaynana.
TRAGEDYA VE YAZARLARI
Sözden çok harekete, düşünceden çok heyecana
düşkün olan izleyici doğal olarak tragedyaya önem vermiyordu. Quintus
Ennius-Euripides'in tragedyalarına öykündü.Aristokratlara yöneldi ve çağdaş
yazarları etkiledi. Pacuvius-Euripides'e öykünerek 12 tragedya yazdı.
Oyunlarında felsefi düşüncelere yer verdi. Tiradları bazen oyunun gelişimini
durduracak kadar sıkıcıydı. Accıus- Daha çok Aiskhilos'u örnek aldı.
LUCİUS ANNAEUS SENECA
(
İ.Ö.4 - İ.S. 65) Roma tragedyasının en önemli temsilcisi. Oyunlarını oynanması için
değil okunması için yazmıştır. Euripides'i örnek aldığı halde,tarzı çok
farklıdır. Oyunlar onunki kadar gerçekçi değildir. Sahneler abartılmış
duyguları,melodramatik görünüşleri kapsar. Seyirciyi veya dinleyiciyi etkilemek
için çok kanlı sahneler yazmıştır. Uzun tiradlı oyunları ağır ve karamsardır.
Yunan tragedyasından farklı olarak ölüm sahnelerini sahnede canlandırmayı
tercih eder. Romalı izleyicinin tiyatroya bakış açısı düşünülürse bu
anlaşılabilir bir tutumdur. Eserleri; Oidupus,Medeia,Troyalı Kadınlar,Aqamemnon,Eta'da.
OYUN YERLERİ VE TİYATROLAR
Romalılar için "ekmek ve sirk"
gereksinmesinin önemi; oyun yazarlığını, değerli olan dramatik sanatı öldürdü.
İddi dramatik yazarın karşısında yalnız mimus ve pantomimus değil,sirk de büyük
bir rakip olarak dikilmişti. Seksen binden çok seyirci alan Circus Maximus,
Colosseum gibi büyük oyun yerleri, kanlı gladyatör ve hayvan dövüşlerini
görmeye gelen halkla dolup taşıyordu. Kimi kez Colosseum suyla
dolduruluyor,NAUMACHİA denilen yalancı su savaşları düzenleniyordu. Bu yüzden,
Roma'da gerçek bir dramatik sanatın var olduğu söylenemez. Bunun yanı sıra
Romalılar mimarlıkta ustaydılar ve tiyatroya katkıları da yine mimarlık yoluyla
olmuştur.
İ.Ö. 55'te kalıcı tiyatrolar yoktu.
Gösteriler için tahtadan bir skene ve önüne yüksek bir sahne yapılırdı.
Oturacak yer yoktu, seyirci ya ayakta durur ya da sandalyesini yanında
getirirdi. İ.Ö. 194'te halk senatörlere yer sağlandığını görerek öfkelendi.
İ.Ö. 174'te ilk taştan skene yapıldı ama seyirci için yine oturacak yer yoktu.
Sonunda İ.Ö. 185'te tiyatroda oturmak, yasa çıkartılarak yasaklandı. İ.Ö. 55
yılında ilk taş tiyatro Pompei'de yapıldı.
Roma Tiyatrosu, Yunan tiyatro yapısında bir
takım değişiklikler yapmıştır. Bu değişikliklerin en önemlisi seyircilerin
oturduğu cavea'nın skene ile bir bütün oluşturmasıdır. Nitekim çağdaş tiyatro
yapıları da bu fikirden doğmuştur. Dış duvarları çok süslüdür. Seyircinin
dağılması için kemerli geçit yerleri,VOMİTORİİ vardır. Yunan Tiyatrosu'nun tam
daire orkestrası burada yarım daire olmuş ve taş kaplanmıştır, protokol
seyircisi için kullanılmaktadır. Sahne, bir buçuk metre yüksekliğinde,
derinliği altı metre,uzunluğu otuz buçuk metre kadardır. Eski skene çok
ayrıntılı,süslü bir binadır, yüksektir. Binanın girişinde süslü bir kapı, bunun
iki yanında daha küçük kapı bulunmaktadır. Simetrik sütunlar,süslü üçgen
alınlıklar,oyuklar ve heykeller vardır.
Yarım dairelik oturma alanı, direkli ve damlı
bir revak bulunmakta,buradan seyirciyi güneşten korumak için tenteneler
gerilmektedir. Bazı küçük tiyatroların üzeri tamamen kapatılmıştır. Yunan
tiyatrosunda üstü açık olan giriş yerlerinin üstü kapatılmış ve tünel biçimini
almıştır. Ayrıca orta sıralara gidişi sağlamak için, seyir yerleri altından
tünel yapılmıştır. Roma yapıları içinde, Yunanistan'da olduğunun tersine, dağ
yamaçlarına yapılmış yapılar çok seyrektir. Bir ikisi dışında tüm Roma
Tiyatroları düzlüğe yapılmıştır ve tek parçadır. Oyun yeri ve seyir yeri bir
bütün içinde birleşmiştir. Ayrıca Roma'da tiyatronun oynandığı yer bir bütün
halini almıştır. Grek tiyatrosu yalınlığı içinde güzel olmakla birlikte henüz
bir bina niteliğinde değildi. Roma tiyatrolarının Yunan tiyatrolarından çok
daha süslü ve gelişmiş olduğu söylenebilir. Roma İmparatorluğu bu tiyatrolardan
125'ini İngiltere'den Kuzey Afrika'ya Portekiz'den Anadolu'ya dek yaymıştır.
Yunan ve Helenistik tiyatroların bulunduğu Doğu eyaletlerinde bu tiyatrolar
değiştirilerek Roma tiyatrolarına benzetilmiş ve böylece tiyatrolar hayvan
dövüşleri,gladyatör dövüşleri ve yalancı su savaşları için kullanılabilmiştir.
Bunun gibi, Atina'daki Dionysos Tiyatrosu da Neron çağında Roma anlayışına göre
değiştirilmiştir. Çağımıza bozulmadan kalan en iyi örnekler, Güney Fransa'da
Orange'daki tiyatro ile Anadolu'daki Aspendos tiyatrolarıdır.
OYUNCULUK
Roma'da tiyatronun gerilemesinin en önemli
nedenlerinden biri oyuncunun toplum içindeki durumuydu. Oyunculardan çoğu,
Güney İtalya ve Yunanistan'dan getirilmiş kölelerdi. Oyuncuların kazançları
seyirci tarafından seyirci beğenisine göre farklılıklar gösteriyordu. Ayrıca
büyük armağanlar alır, onur kazanırlardı.
Buna rağmen Romalı oyuncular infami olarak damgalanmışlardı,vatandaşlık hakları
yoktu. Bir senatörün akrabası bir oyuncuyla evlenirse, bu evlilik temelsiz ya
da yok sayılıyor, bir asker sahneye çıkarsa ölümle cezalandırılıyordu.
Oyunculuğun dinsel bir temeli olmadığı için, övülmekle birlikte bir meslek
olarak aşağı görülüyordu. Bazı oyuncular gerçekten büyük üne
erişirlerdi;bunların en ünlüsü İ.Ö. 62'de ölen Roscius'tu. O da bir köleydi
ancak çok beğenildiği için azad edilmişti. Kimi sanatçıları zenginler koruyordu
özellikle güzel kadın oyuncuları...Başlangıçta kadın rollerini erkekler
oynuyordu ancak mimus ve pantomimusla birlikte kadın oyuncular da sahneye
çıkmaya başladı.
Oyunculuğun kuramını yapanlardan Cicero
uygulamaya önem veriyor,oyunculardan arayışlar yaparak kendilerini bulmalarını
istiyordu. Quintilian ise yeteneğe inanıyordu. Ona göre yeteneği olmayan oyuncu
eğitimle hiç birşey elde edemezdi. Her iki kuramcı da sese önem veriyordu. Quantilian,
duraklar, sesin yükselip alçalmaları, ses perdeleri ve hız üzerinde önemle
durmakta, kişileştirme için gözlemin gerekliliğini belirtmekteydi. Oyuncu zeki
olmalı,tepkilerini,düşüncelerini,inançlarını,duygularını iletirken anlamlı
eylem ve sözlerinde "Niye?",
"Nerede?","Nasıl?","Ne?" ile sorularına karşılık
verebilmeli, şartların gerekliliğine göre davranabilmeliydi. Cicero'ya göre,
kendisi duygulanmayan oyuncu,syirciyi duygulandıramaz. Horace da "Benim
ağlamamı istiyorsan, önce sen üzül" der. Lucian ise duygulanmaktan yana
değildir. Yani, bu dönemdeki görüş ayrılıkları daha sonraki yüzyılların
tartışmalarıyla paralellik göstermektedir. Quantilian her duygunun belli bir
görünüşü,ses tonu ve tavrı olduğunu belirterek, kitabında bunları sınıflandırmıştır.
KOSTÜM VE MASKE
Romalı oyuncular tarafından kullanılan
kostümler,Yunanistan'da giyilenlerin hemen hemen aynıydı. Tragedyada SİRMATA
denilen uzun kostümler kullanılırdı. Komedyada ise kısaları giyilirdi. Galeri
adını alan perukalar Yunan oyuncusundaki
Onkos'un eşiydi. Ayaklara giyilen tahta nalınların ismi ise, Crepida idi.
Ayrıca, saccus denilen yumuşak terliğe benzer bir ayakkabı da kullanılırdı.
Kostümlerin renkleri belli nitelikleri simgelerdi. İhtiyarlar beyaz, genç
erkekler mor,asalaklar gri, saraylılar ise sarı renkte kostümler giyerlerdi.
Başlangıçta maske kullanılmıyordu çünkü Romalı izleyici oyuncunun her mimiğini
görmek ister, oyuna ağırlık katan maskelerden hoşlanmıyordu . Maskeyi ilk kez
ünlü oyuncu Roscius'un kullandığı söylenir. Maskelerin bir bölümü gerçeğe yakın
başka bir kısmı ise abartılıydı ( GROTESK)maskeyle birlikte ,oyun kişisinin
yaşını gösteren renkli saçlar(galeri)vardı. Beyaz saç ihtiyarlığı, siyah
gençliği,kırmızı köleleri simgeliyordu.
DEKOR
Tragedya dekorunda; büyük sütunlar,alınlıklar,heykeller
ve benzeri süsler bulunur,komedya dekorunda ise balkonlu sırayla pencereleri
olan özel evler yer alırdı. Satir dekorları,ağaçlar,dağlar ve benzeri kırsal
öğelerle doğa görünümleriydi. Sahnede bir takım mekanik araçlardan yararlanıldığı
düşünülmektedir. Çünkü bazı kaynaklarda gözden yok olan tahta dağlar, fışkıran
çeşmeler, akan kaynaklar, büyüyen ağaçlardan söz edilmektedir. Roma
tiyatrosunun getirdiği yeniliklerden bir tanesi de ön perdenin kullanılışıdır.
Bu perde zengin işlemelidir,sahne alanı temsil başında örtülür, sonunda
kaldırılırdı.
SEYİRCİ
Uzun süren savaşlar arasında
tiyatro,savaşçıların eğlenmelerini,oyalanmalarını sağlıyordu. Kanlı
gösterilerse öldürme zevkinden uzak kalmamalarını. Yalancı deniz savaşları,
yırtıcı hayvanlarla dövüş, insanla hayvan, insanla insan arasında
kanlı çatışmalar ve araba yarışlarının yanı sıra tragedya,komedya,mimus ve
pantomimus temsilleri veriliyordu. Seyirci eğlenmeyi amaçlamış bir topluluk
olduğu için her zaman komediyi tragedyaya tercih eder, tepkisini göstermekten
çekinmezdi. Bazen sevmediği bir oyunu yarıda keser, bazen oyuna müdahale ederek
seyrini değiştirirdi. Gün boyu yarışmalarında yorulan halk tiyatroda uyumaktan,
yemek yemekten,muhabbet etmekten çekinmezdi.
Tiyatroda yerlerin dağılımı , toplumsal
sınıflara göre değişiyordu. İmparatorla, LUDİ Şenliği'ne para yardımı
yapanların sahnenin iki yanında özel locaları vardı. Senatörler yarım daire
orkestra içinde kendilerine ayrılan yerler otururlardı. Soylulara ilk 14 sıra
ayrılmıştı. Ondan sonra, sırayla öteki toplumsal sınıflar geliyor,en uzak
yerlerde ise yoksul,önemsiz vatandaşlar oturuyorlardı. Biletler para
biçimindeydi. Üzerinde bir resim, bir ad, ve bir sayı bulunurdu. Buna göre,
bilet sahibinin nereye oturacağı belli oluyordu. Daha sonra Avrupa tiyatrosunda
da görülen özel tutulmuş alkışçılar Roma'da da vardı. Bunların parasını oyunun
giderlerini karşılayan öderdi. Çünkü oyunun beğenilmesi durumunda giderlerin
iki katı kazanç elde edilirdi. Halkın beğenisini kazanmak için bayağılığa,açık
saçıklığa kaçan heyecan verici her şeye yer veriliyordu. Bu da Yunanlılar
eliyle en yüksek katına yükselen dramatik sanatın Romalılar eliyle nasıl
yozlaştığını göstermektedir.
No comments:
Post a Comment