Siyasal Düşünce Tarihi
I Polybius,
Çiçero ve Seneca
Bu
hafta Romalı üç düşünür birlikte ele alınarak Roma siyasal düşüncesinin
tarihsel dönüşümü incelenecektir. Bu düşünürlerden ilki olan Polybius Roma'nın
cumhuriyet dönemi yazarlarındandır.
Eserleri Roma'nın cumhuriyetçi ilkelerinin[1]idealize
edilmiş bir görüntüsünü verir ve dönemin siyasal ruhunu olduğu gibi aktarır.
İkinci düşünürümüz Çiçero, cumhuriyet döneminin çoktan ölmüş ilkeleri için
canını ortaya koyarak savaş veren son düşünür ve devlet adamıdır. Onun
fikirleri ve hayat mücadelesi Roma'nın cumhuriyet döneminden İmparatorluk
dönemine geçiş sürecinin bir ürünüdür. Çiçero'yu incelemek Roma'yı anlama
çabasının önemli bir durağıdır. Son olarak Seneca cumhuriyetçi ilkeler için
verilen mücadelenin kaybedildiği ve imparatorluğun bir kader olarak kabul edildiği
dönemin en önemli düşünürü ve devlet adamıdır. Onu incelemek Roma'nın çöküşünü
hazırlayan siyasal ve düşünsel dönüşümü kavramının önemli bir parçasıdır.
Roma'nın Makedonya'yı fethinden kısa bir zaman sonra bir grup Yunanlı
siyasi ileri gelen Roma'ya sürgün edildi. Bu sürgün on yedi yıl sürdükten sonra
geriye sağ kalan üç yüz kişi serbest bırakıldı. Sağ kalanlar arasında Yunan
şehir devletleri konfederasyonu Aka Birliği'nde önemi hizmetler vermiş olan
genç devlet adamı Polybius (İ.Ö. 204-122) da vardı. Roma'da Polybius önde gelen
ailelerle samimiyet kurarak Roma siyasetinin yurt içinde ve dışında nasıl
işlediğini gözlemleyebildi. Polybius'un asıl merak ettiği husus Roma'nın küçük
bir şehir devletinden büyük bir cumhuriyete
kısa bir zamanda nasıl dönüştüğüydü. Polybius'un entelektüel birikimi kısa
zamanda üst seviyeli devlet görevlileri tarafından fark edilmiş ve Polybius'un
Roma'nın sivil ve askeri devlet adamlığına olan hayranlığı onu Roma'nın dostu
ve müttefiki haline getirmiştir (Ebenstein, 2001: 56-57).
Polybius
ismi, Heredotus ve Thucydides gibi Yunan tarihçilerinin yanında yer alır. Tarihler adlı eseri bir siyaset bilimci tarafından
yazılmış ilk evrensel tarih olarak nitelendirilir. Kitap evrensel olma
iddiasında olmakla birlikte olayları Roma'yı merkeze alarak yorumladığı
açıktır. Polybius bir yandan keskin gözlem ve felsefi çözümleme yeteneğini
Yunan felsefi geleneğinden almış diğer yandan da Roma elitlerinin dostluğu
sayesinde dünya meseleleri hakkında bilgiyi birinci elden sağlamıştır. Böylece
eseri dünya tarihi açısından önemli bir yer edinmiştir. Eser II. Pön
Savaşı'ndan (İ.Ö. 219) Makedonya'nın Romalılar tarafından fethine (İ.Ö. 167)
kadarki elli üç yıllık dönemi ele almıştır. Bu dönem Roma'nın dünya
hâkimiyetine yükseldiği dönemdir (Ebenstein, 2001: 57).
Polybius
siyaset incelemesinde kurumsal yaklaşımı ilk kullanan düşünürdür. Roma'nın dış
politikasıyla iç politikası arasındaki bağı kurmuş ve Roma'nın başarısını
kahramanlara değil onun üstün siyasi standartlarına ve uygulamalarına
bağlamıştır (Ebenstein, 2001: 57).
Aristoteles ve Platon siyasi kurumların başarısını topluluğun ve
bireyin iyi hayatına bağlarken, Polybius devletin kurumsal örgüsünü ulusal
birliğin oluşmasında baş aktör olarak görmüştür. Böylece farklı bir metot
kullanmıştır (Ebenstein, 2001:
58).
Devletin oluşumu akıl yürütme yeteneğine sahip olan insanların ahlaki
standartlar oluşturmasıyla doğal bir şekilde gerçekleşir. Bundan sonra
Polybius,
Platon
ve Aristoteles'i izleyerek bir doğal yasa gereği yönetim biçimlerinin belli bir
sırayı izleyerek yer değiştirdiklerini söyler. İlk yönetim biçimi tek bir
kişinin kaba gücüne dayanan tiranlıktır. Zamanla akıl ve mantık üstün gelerek
tiranlık yıkılır ve monarşi kurulur. Krallar yasalara göre yönetimden ayrılınca
monarşi tekrar tiranlığa dönüşür. Soyluların despotluk rejimini yıkmaları ile
aristokrasi kurulur. Ancak para tutkusunun soyluları halka zulmetmeye
yönelttiğinde rejim oligarşiye dönüşür. Bunun karşısında ayaklanan kitleler
demokrasiyi kurarlar ve eşitlik ve özgürlük en yüce değerler olarak benimsenir.
Ancak çok geçmeden demokrasi yozlaşır. Yasalara saygı azalır, şiddet olayları
artar. Böylece rejim Platon'un ayaktakımının yönetimi dediği oklokrasi'ye
dönüşür (Ağaoğulları ve Köker, 1998: 30).
Polybius,
bu döngünün yasalarının bilindiği takdirde siyasal rejimlerin ne yönde
değişeceğinin de bilineceğini ve ona göre hareket edilebileceğini belirtir.
Polybius
karma bir anayasadan yanadır. Çünkü her bir yönetim şekli kendi içinde
bozulmanın tohumlarını saklamaktadır: "Krallığın özünde mutlakçılık,
aristokrasinin özünde oligarşi, demokrasinin özünde de yasa tanımayan bir
vahşet ve şiddet yatmaktadır" (Aktaran Ağaoğulları ve Köker, 1998: 31).
Polybius
bu üç temel yönetim gücünden her birinin diğer ikisini sınayıp dengeleyeceği
kanaatindedir. Şöyle der: "Üçünden hiç biri mutlak olmayıp, her birinin
serbest bırakılırsa varacağı yer diğerleri tarafından engellenir ve
bozulur" ve "her hangi bir tecavüzkâr yönelim sınamaya tabi
tutulur" (Ebenstein, 2001: 58).
Polybius
böyle karma bir anayasanın hem devletin hızlı ve etkin bir şekilde hareket
etmesini sağlayacağına hem de insanları özgür kılacağına inanır. Diktatörlerin
ise böyle meşru hükümetlere karşı her zaman kaybedeceklerini, çünkü onlar
kendilerini siyasi birliğin fetişi haline getirdikleri için görünüşte bölünmüş
ve birbirleriyle
tartışan hür insanların sahip olduğu potansiyel güç kaynağını kavramaları
zordur (Ebenstein, 2001: 59).
Polybius'a
göre bu karma anayasaya örnek tabii ki Roma'dır. "Gözler bütünüyle
konsüllerin iktidarı etrafında yoğunlaştırılırsa, anayasanın monarşik yönünün
ağır bastığı kolaylıkla söylenebilir; senatonun durumu incelenirse, temel
durumun aristokratik olduğu görülür; yok, sorun halka tanınan yetkiler ve
halkın elindeki iktidar açısından değerlendirilirse, Roma anayasasında
demokratik özelliğin fazlasıyla ağır bastığı sanılabilir." Roma'da,
konsüller, senato, ve halk meclisleri sırasıyla monarşik, aristokratik ve demokratik
ilkelere karşılık gelmekteydiler. Bu organların hiçbiri diğer organların onayı
olmadan kendi başına eylemde bulunamazdı. Böylelikle bu organların her biri
diğerleri üzerinde bir fren mekanizması rolü görerek, bir kontrol ve denge
mekanizması yaratıyordu (Wanlass, 1953: 84).
Polybius'un bu derinlikli siyasal
yorumlarının karşısında onun Roma sisteminin sömürü ve eşitsizliğe dayalı
özelliklerini genellikle görmezden geldiği ve hatta zaman zaman bu özellikleri
yücelttiği görülmektedir. Roma'nın yüceliğinin sadece anayasasından ileri
gelmediğini aynı zamanda onun dış politikasının da bu konuda etkili olduğunu
belirten Polybius, patrisyenler ile plepyenler arasındaki eşitsiz mücadeleye
değinmemektedir. Polybius, Roma'nın sisteminin yönetimlerin en kötüsü olan
oklokrasiye doğru ilerlediğinin uyarısıyla da, aristokratların yanında yer
aldığını ifade etmektedir (Ağaoğulları, Köker, 1998: 34).
Polybius'un
Çiçero üzerindeki etkisi onu antik dönem ve daha sonrasında önemli bir okuyucu
kitlesine ulaştırdı. Polybius, Padovalı Marsilius ve Aquinumlu Aziz Thomas gibi
önemli düşünürler tarafından izlenmiştir. Locke ve Mostesqiue'nun kuvvetler
ayrılığı doktrinine fikir kaynaklığı ettiği de iddia edilebilir. Amerikan anayasasının
yapım sürecinde Jefferson ve Adams gibi Kurucu Babaların Polybius'ın sınırlama
ve dengeleme teorisini kullandıkları rivayet edilir. Ama bu iddialardan öte
Polybius Roma'nın cumhuriyet yönetimini idealize ederek, bu dönem hakkında
bizlere çok önemli bilgiler aktarmaktadır (Ebenstein, 2001: 60).
Bir
önceki bölümde ele aldığımız üzere Roma, siyaset felsefesine orijinal bir katkı
yapmamıştır. Ancak onun Batı dünyasındaki siyaset ve yönetim uygulamalarına ve
kavramlarına iki büyük katkısı "kanun ve idare"dir. Hâlâ dünyanın
büyük bir bölümü kendini yenilenen şartlara uyarlayabilen Roma hukukunu
kullanmaktadır. Şüphesiz iki bin yıldır geçerliliğini koruyabilmiş bir sistem önemini
sadece fetih gücünden almamaktadır. Roma Helenistik medeniyetin evrensel
mirasını benimsemiş ve bunu Batı dünyasına düşüncelerden ziyade kurumlar
aracılığıyla aktarmıştır. Yunan'ın soyut dehası ile Roma'nın kurumsal dehasının
birleşmesi dünyanın siyasi mirasının bütüncül yanını ortaya koymaktadır (Ebenstein,
2001: 62).
Bu görkemli mirasın öne çıkan en
önemli ismi Çiçero'dur (İ.Ö. 106-43). Çiçero meslekten bir filozof olmamasına
rağmen Roma'da hukuk, Atina ve diğer bazı Yunan öğrenim merkezlerinde felsefe
eğitimi almış ve genç yaşta diğer milletler ve medeniyetlerle temas halinde
olmuştur. Genel olarak görüşlerini Platon ve Aristoteles ile birlikte
Stoacılığa dayandırır ki, bu Romalı düşünürlerin temel özellikleri arasındadır (Ebenstein,
2001: 63). Çiçero, kendinden sonraki Romalı düşünürler, Hıristiyanlar ve
özellikle Aziz Augustine üzerinde önemli etkiye sahip olmuştur. Çiçero'nun
yazıları Antik değerleri ve Romalıları Hıristiyanlara tanıtarak önemli bir
entelektüel kanal oluşturmuştur (Tannenbaum ve Schultz, 2005: 85).
Çiçero
zamanın en önemli hukukçusu haline geldi ve hızlı bir şekilde devletin en üst
makamlarında görev almayı başardı. Buna rağmen Çiçero'nun siyasal hayatı
çalkantılarla geçmiştir. Bir kez Roma konsülü bile seçilen Çiçero, bu görevi
tamamladıktan beş yıl sonra sürgüne gönderilmiştir. Sonrasında ise hayatını
iktidar çekişmeleri sırasında kaybetmiştir (Ebenstein, 2001: 63).
Çiçero'nun
diğer bir özelliği onun Roma'nın Cumhuriyet döneminden monarşiye geçiş
döneminde yaşamış ve dönemin siyasi olaylarının içinde yer almış olmasıdır.
Çiçero, siyasi bunalım içindeki Roma'da, "Cumhuriyeti nasıl
koruyabiliriz?"in cevabını aramıştır. Zira Çiçero Roma'nın siyasi
bunalımının kaynaklarının geçmişin geleneklerinden uzaklaşılmasında bulunduğunu
düşünmüştür.
Ancak bu dönemde Roma'daki
problemlerin asıl kaynağı Roma'da ve diğer büyük şehirlerde proleterlerin
sürekli yükselişinin ortaya koyduğu derin ekonomik sorunlardı. Çiçero bu
olayların olmadığı geçmişte çareyi arayarak döneminin sorunlarının yapısını tam
olarak idrak edemediğini göstermiştir. Hatta, yetkili olduğu sırada halk
ayaklanmalarını hukuksuz bir vahşetle bastırmayı uygun bulmuştur. Ancak bu
öngörüsüzlük sadece Çiçero'ya değil bütün bir patrisyenler sınıfına aitti.
Çünkü önemli bir halk desteğine sahip olan monarşi taraftarlarının yükselişini
önleyecek esaslı tedbirleri zamanında gerçekleştirememişlerdir.
Çiçero
yazılarında ve genel olarak eylemlerinde Roma'nın üstün idealleri olan hukukun
üstünlüğü ilkesine sonuna kadar bağlı kaldı. Ancak büyük sosyal ve siyasi dönüşümlerin
yaşandığı bir dönemde hukuksal uygulamalar siyasi ve ekonomik reformlarla
desteklenmeyince işe yaramamıştır. Çiçero halkın desteğiyle gelen diktatörlüğe
cesaretle karşı durmuş olmakla birlikte çabaları sonuç vermemiştir.Sezar'ın
ölümünden sonra kurulan Triumvira'nın bir üyesi olan Antonius'un adamları
tarafından İ.Ö. 43'te öldürülmüştür.
Çiçero'nun
siyasetle ilgili iki temel çalışması olan Devlet
Üstüne ve Yasalar Üstüne, gerek
diyalog şeklindeki yazım tarzı ve gerekse içerdiği konular açısından Platon'a
bir özentidir. Çiçero Devlet Üstüne'de en iyi
siyasal rejim nedir sorusunu ele alırken, Yasalar
Üstüne'de düzeni ve ideal devleti sürdürmek için gerekli olan hukuksal
ve kurumsal yapıyı tartışır. Bu kitaplar dışında etkisi kuşaklar boyu sürmüş
olan Görevler Üstüne ve Hatip Üstüne kitapları vardır. Bu eserlerde de
Çiçero, siyasal başarı için gereken kişisel erdem ve maharetle ilgili klasik
görüşleri dile getirir. Machiavelli dersinde ele alınacağı üzere, Machiavelli
eserlerini kısmen Çiçero'nun bu kitaplarındaki öğütlerine bir tepki olarak
kaleme almıştır (Tannenbaum ve Schultz, 2005: 85).
Çiçero'nun
düşünsel dünyasında Stoacı doğal hukuk anlayışının merkezi bir rolü vardır. Ona
göre insan ırkı yaratılırken ona tanrısal bir armağan olarak "ruh"
bağışlanmıştır. Bu ruh ile kast edilen evrensel akıl ya da akılsal ruhtur.
Çünkü akıl tanrılarla insanların ortak özelliğidir. Bu ortak payda sayesinde
tanrılarla insanlar aynı evrensel devletin üyeleri olabilmektedirler. Çünkü
akıl doğayı yöneten temel evrensel ilkedir ve akıl potansiyeline sahip olanlar
doğrudan bu evrensellik çerçevesinde birbirlerine bağlıdırlar. Evreni yöneten
yasa ise bu aklın ürünüdür. Yasalarda Çiçero
şöyle der: "Yasa yapılacak ve yapılmayacak olanı buyuran yüce akıldır... O
doğa'nın gücüdür, o ruhtur, bilgenin aklıdır, adaletli olanla olmayanın
ölçüsüdür" (Aktaran Şenel, 1996: 196).
Dolayısıyla
Çiçero yasaların kaynağını ortak öz olan akılda bulur. Doğru akıl olan yasa,
ırk, dil, din ayırt etmeksizin tanrılar da dâhil herkesi evrensel devletin
mensubu haline getirir. İnsanlar doğayla uyum içinde yaşadıkları müddetçe bu
evrensel yasayı bilebilirler. Çünkü bu yasa onların zihinlerinde yazılıdır
(Tannenbaum ve Schultz, 2005: 89). Bu doğal yasa yazılı/pozitif yasalardan önce
ve üsttedir. Çiçero doğal yasanın insanlar tarafından kısıtlanabileceğini,
zarar verilebileceğini belirttikten sonra onların asla ortadan
kaldırılamayacağını veya değiştirilemeyeceğini vurgular. Doğal yasalar er ya da
geç hükümlerini yürüteceklerdir (Şenel, 1996: 197).
Çiçero
doğal hukuk doktrinini kendi zamanının siyasi karışıklıklarını açıklamak için
kullanır. Doğal yasalar tanrısal bir buyruk niteliğindedir ve adaletin de
temelidir. Doğru ve yanlışın ebedi standardıdır yasa. Ebedi yasanın amacı
adalet olduğuna göre dünyevi yasaların amaçları da adalet ve yurttaşların
güvenliğidir. Ancak genellikle devlet soyguncuların elindedir ve yönetim doğru
yasadan uzaktır. Yönetimi doğru yasaya uygun hale getirmek ve uyumu sağlamak
sadece bir grup özverili insanın çabası ile mümkün olur. Çiçero buradan doğru
yönetim şeklinin esaslarına geçerek Roma'nın "demokratikleşen"
yönetiminin içinde barındırdığı tehlikeleri ve bundan çıkış yollarını
araştırır.
Çiçero, Devlet adlı eserinde statüko yanlısı,
"aristokrat" kesimin çıkarlarını koruyan bir görüntü verir. Kitapta
aristokratlar demokratik siyasaların genişlemesiyle gerileyen cumhuriyetçi
ilkeleri yeniden tesis etmek ve can-mal güvenliğini sağlamak için devlet
görevine davet edilir. Çiçero bu kitabıyla devlet adamlığını en yüce uğraş
olarak onurlandırır (Şenel, 1996: 197). Öyle ki Çiçero, kişinin devlete karşı
görevlerinin onun ailesine karşı görevlerinden daha önemli olduğu
kanaatindedir.
Ona
göre, sadece Tanrı'ya karşı görevler kamusal görevlerden önce gelir (Tannenbaum
ve Schultz, 2005: 84). Çiçero, zamanında yeniden yayılmaya başlayan Epikürüsçü
görüşlere, insanları siyasetten uzaklaştırdığı gerekçesiyle karşı durur. Çiçero
organik bir devlet tanımı yapar:
Devlet halktan başka bir şey değildir. Halk deyince
herhangi bir şekilde bir araya toplanmış olan rastgele bir yığını değil, ortak
bir yarar ve amaç ile uyum halinde bulunan, hukuksal bağlarla birleşmiş
insanlar topluluğunu anlatmış oluruz (aktaran Şenel, 1996: 198).
Bu
devlet tanımıyla Çiçero kamusal-özel alan karşıtlığına değinerek, bu ikisi
arasındaki ayırımı gidermeyi dener. Keza Devlette
yapmaya çalıştığı proje doğru aklı kullanan aristokratların devlet görevlerini
kendi özel hayatlarının üstünde tutmalarına bağlıdır.
Devlet
yani res publica kamuya ait olan şey demektir
ve res privata'nın yani özel alanın karşısında
yer alır. Çiçero insanın ev hayatını etkileyen şeylerin neler olduğunu sorar ve
cevabın bütün evren olduğunu belirtir. Yani aslında kamusal hayattan bağımsız
bir özel hayat yoktur. Herkes kozmik evrenin bir parçasıdır. İyi bir insan
olmak için gereken erdemler aynı zamanda iyi bir yurttaş olmak içinde
gereklidir. Bu ikisi arasında bir karşıtlık yoktur ama yalnız kendi işlerimizle
uğraşarak, sorumluluktan kaçarak iyi bir insan olamayız. Devlete karşı
görevlerin yerine getirilmesi özel hayatımızın da uyum içinde olmasını sağlayacaktır
(Tannenbaum ve Schultz, 2005: 90).
Çiçero
da Polybius gibi yönetimlerin dolaşımı doktrinini benimseyerek karma anayasanın
devletin istikrarını sağlayacağı yönündeki kanaatini açıklar. Ona göre, saf
yönetim şekilleri olan monarşinin özü uyrukların sevgisi ve akıl,
aristokrasinin özü
bilgelik
ve demokrasinin özü özgürlüktür (Tannenbaum ve Schultz, 2005: 86). Her ne kadar
Çiçero, üç saf yönetim şeklinin karması olan bir anayasanın en iyi yönetim
şeklini oluşturacağını belirtse de asıl fikrileri onun demokrasi eleştirisi ile
berraklaşır.
Çiçero,
yönetme yeteneği eşit olmayan insanlara eşit yönetme gücü vermeye kalkan
demokratik yönetimleri doğal yasaya aykırı bulur. Ona göre, demokratik yönetim
çok çabuk bir şekilde yanlış ellerde tiranlığa dönüşecektir. Hatta demokrasiye
ilk kez "çoğunluğun tiranlığı" tanımını yakıştıran düşünür
Çiçero'dur. Eşitsizleri eşit kılmaya çalışan demokratik ilkelerin yönettiği bir
devlete devlet bile denemeyeceğini belirtir (Şenel, 1996: 198).
Öyleyse
olması gereken aklın ve monarşinin yönetimidir. Çiçero bunu şu şekilde
meşrulaştırır. Akıl ruhun en önemli parçasıdır ve diğer parçaları yönetmesi
şarttır. Aynı şekilde aristokrasiyi temsil eden Senato ile bir kralın bulunduğu
devlet, doğru devlettir. Çünkü böyle bir devlette, bilgelik hüküm sürecektir
(Tannenbaum ve Schultz, 2005: 87).
Bu
ideal devlete örnek tabii ki Roma'dır. Roma bir yandan farklı düşünsel
geleneklerin ürünü iken diğer yandan coğrafi olarak bir şehrin kurulabileceği
en iyi yere kurulmuştur. Roma'nın cumhuriyetçi idealleri, aklın yönetimindeki
karma anayasası evrensel aklın vücut bulmuş şeklidir (Tannenbaum ve Schultz,
2005: 87). Hatta Roma'nın yönetimi öyle iyidir ki, onun fethettiği yerlere
barış ve refah gelir. Dolayısıyla Roma'nın yayılmacı politikalarında akla
aykırı bir durum söz konusu değildir (Şenel, 1996: 199)
Görüldüğü
gibi Çiçero öncelikle evrensel akıl doktrini ile Cumhuriyetçi idealleri
özdeşleştirir sonra da bu ideallerin aristokratlar tarafından savunulması için
çağrıda bulunarak, Roma'nın içinde bulunduğu siyasal krizden bir çıkış yolu
göstermeye çalışır. Bu sebeple olsa gerek Görevler
Üstüne adıyla ayrı bir kitap yazan Çiçero burada bir liderin
özelliklerini tanımlar. Ona göre lider erdemli ve adil olmasının yanında bilge
ve dürüst de olmalıdır. Hatip Üstüne adlı
kitabında ise Çiçero bir lider için hitabet sanatının öneminden bahseder
(Tannenbaum ve Schultz, 2005: 91). Böylece Çiçero klasik anlamda iyi bir
yönetici için gereken vasıfların neler olduğunu belirlemiş olur. Günümüzde iyi
yönetici tanımlamaları bundan pek de farklı değildir.
Bu
bölümde anlatılacak son düşünür olan Seneca (İ.Ö. 4 - İ.S. 65), Roma'nın
imparatorluk dönemi düşünürüdür. Onun ele aldığı konular ve takındığı tutum bu
dönemin özelliklerini yansıtır. Seneca'nın yaşadığı dönemde artık Cumhuriyet
tamamen yıkılmış ve Çiçero döneminde görülen politikadan soğuma iyice
artmıştır. Seneca'nın fikirlerinde bu soğumanın izleri bulunabilmektedir.
Seneca,
İspanya'nın Kordoba şehrinde doğdu. Küçük bir çocukken ailesi ile Roma'ya
göçtü. Seneca iyi bir eğitim alarak iyi bir hatip olarak yetişti. Bir
Pythagorasçı ve bir de Kynik filozoftan dersler alan Seneca, daha çok Stoacı
felsefeyi benimsedi. Ancak yazılarında politikadan uzak durma ve mülkiyet
edinmeme gibi temalar onun Kynik felsefeden de etkilendiğini göstermektedir
(Şenel, 1996: 200).
Gençliğinde
avukatlık yapmış olan Seneca hızla yükselerek kamusal görevler üstlenmiş,
politika ile uğraşmış ve sonunda sürgün edilmiştir. İ.S. 49'da Neron'un
eğitimini üstlenmiş ve Neron on altı yaşında imparator olduğunda Seneca'da
imparator danışmanı olur. Ancak Neron'un ve politikanın istediği doğrultuda
gelişmediğini fark eden Seneca İmparator'un sarayından sağlık sorunlarını bahane
ederek ayrılır. İ.S. 65'de ise Neron'a karşı girişilen bir suikasta karışmakla
suçlanır (Şenel, 1996: 200). Bu olaydan sonra Seneca'nın eşi ile birlikte
damarlarını keserek intihar etmesine izin verilir. Ölümünden önce şu sözleri
söylediği rivayet edilir:
Hani ne oldu ilkelerine sizin felsefenizin, nerede kaldı başa
gelebilecek kötülüklere karşı hazır olmak için bunca yıllık çalışmalarınız?
Neron'un zalimliğini bilmeyen kim var ki? Anasını ve kardeşlerini
katletmesinden sonra geriye bir tek koruyucusunun ve hocasının öldürülmesi
kalmıştı (Aktaran Yetkin, 2008: 144).
Özgürlüğün
gerekirse intihar ederek ölümü seçme yoluyla korunabileceğini yazan Seneca'nın
ölümü manidardır. Onun felsefesine geçmeden önce yaşadığı dönemdeki özgürlük
problemine bir bakmak yararlı olacaktır.
İmparatorluğun
ilk iki yüzyılı boyunca imparatorun tek başına yönetimi hiç kimse tarafından
sorgulanmamıştır. Bu dönemde cumhuriyetçi erdemleri yeniden gündeme getirme
çabası vardır ama cumhuriyetçi anayasa arzulanmamaktadır. Klasik erdemlerin
imparatoru akıl sınırları içinde tutması ümit edilir. Aristokrasi siyasal
yapıyı değiştirme çabası içinde değildir ama düşünürler bu yeni tiranlık
düzeninde de özgür olunabileceği izlenimini veren bir ideoloji arayışı
içindedirler. Bu dönemde Stoacı felsefe iki çeşit özgürlük olduğunu ileri
sürer. Birincisi içsel özgürlük ikincisi ise dışsal özgürlük, yani kişinin
düzen ile uyum içinde olmasıdır. Bilge kişi hâlihazırda
içsel
özgürlüğe sahiptir ve gerekirse intihar ederek bu özgürlüğünü sonuna kadar
koruyabilir. Ancak dışsal özgürlük için uyulacak düzenin kişiye ussal görünmesi
şarttır. Romalı düşünürler bu sorunu, kişi eğer düzeni ussal buluyorsa düzen
ussaldır diyerek, kolayca çözmüşlerdir. Böylece bir tiranlık rejiminde insanlar
kendilerini rahatlatacak bir düşünsel zemin hazırlamışlardır (Ağaoğulları ve
Köker, 1998: 69).
Temelde
bir ahlak filozofu olan Seneca da görüşleri ile bu algıyı desteklemiştir.
Örneğin Seneca'ya göre, insanın kaderi doğduğu anda belirlenir, bu yüzden kişi,
başına gelecek en kötü olayları bile sükûnetle karşılamalıdır. Bununla birlikte
Seneca insanın hür iradeye de sahip olduğunu ve kişinin doğayı izlemeyi tercih
ederek ahlaklı bir hayat sürdürebileceğini iddia etmiştir (Ağaoğulları ve
Köker, 1998: 69). Hatta Seneca, bedensel köleliğin hiç de önemli olmadığını
ileri sürüp herkesin bir şekilde tutkularının, umutlarının, korkularının kölesi
olduğunu belirtmiştir. Eğer kölenin ruhu özgür ise bedenin köleleştirilmesi
önemli değildir (Ağaoğulları ve Köker, 1998: 73). Senaca, filozof köle
Epiktetos ile filozof kral Marcus Aurelius'u konuşturduğu bir diyalogda,
kişinin köle ya da kral olmasının talihin bir neticesi olduğunu belirterek,
herkesin bu dünyada üstüne düşen görevi yerine getirdiğini iddia eder
(Ağaoğulları ve Köker, 1998: 74). Hatta başa gelen felaketler olmadan insanın
gerçekten sınanamayacağını belirterek bu felaketlerin dahi iyi bir yanı
olduğunu vurgular (Yetkin, 2008: 147). Dolayısıyla Seneca herkesin durumunu
olduğu gibi kabul ettiğinde içsel huzura ve özgürlüğe kavuşulabileceğini
söyler.
Genel olarak Stoacı ahlak görüşlerini dile getiren Seneca, zaman zaman
Kynik ve Epikurosçu görüşlere de yazılarında yer verir. Seneca özel mülkiyete
ve ekonomik eşitsizliğe karşıdır. Yalın bir hayatın tercih edilmesi gerektiğini
vurgular.
Epikurosçuları
materyalist bulduğu halde, Seneca bilge kişinin devlet işlerinden uzak durması
gerektiğini söyleyerek onlara yaklaşır. Bu iki görüş de, özellikle Roma
stoacılığına uymamaktadır. Senaca'nın ahlak üzerine söylemleri Çiçero'dan
farklı değildir. Çiçero'da ele alındığı üzere aklın ortak paydasında buluşan
insanlar evrensel devletin eşit üyeleridirler. Ancak hatırlanmalıdır ki, Çiçero
devlet işlerinden uzak durmayı asla tavsiye etmemektedir (Şenel, 1996:
200-201).
Lucius'a Mektuplarda Seneca, Rouessau'yu anımsatır şekilde devlet öncesi toplumlarda
insanların özgür, eşit ve mutlu yaşadıklarını belirttikten sonra bu doğal
yaşamı bırakarak devlet içinde yaşamaya başladıkça insanların da köleleştiğini
iddia eder. İnsanları devleti kurmaya yönlendiren temel kötülükler mal ve mülk
edinme arzusudur. İnsan doğanın kendisine yeterli derecede verdiği nimetlerle
yetinmeyip fazlasını istediğinde insanlar arasında eşitsizlik ortaya çıkarak
egemenlik ilişkileri doğar. Doğa durumunda yeteneklilerin yönetimi vardır ancak
bu yönetim bir egemenlik ilişkisi değildir. Oysaki devlette kötülük kazanır ve
insanlar tiranlara mahkûm olur (Yetkin, 2008: 145).
Ancak
Seneca artık geriye dönülemeyeceği kanaatindedir. Bu yüzden yapılabilecek tek
şey hazır kurumları kabul ederek, kurumlar içinde doğruluğun sağlanmasına
çalışmaktır. Sonuçta Seneca bir çeşit "altın çağ" varsayımı olan doğa
durumunu eşitlikçi politikalar üretmek için değil bundan bir takım ahlaki
ilkeler çıkartmak için kurgulamıştır. Böyle kötü, eşitsiz bir toplumda
yapılabilecek en iyi şey toplumsal ve siyasal yaşamdan uzak durmak, bilgelik ve
felsefe ile uğraşıp, bu yolla insanlara yararlı olmaya çalışmaktır (Şenel,
1996: 201).
Bu
bakışa uygun bir şekilde Seneca, İnsaf Üstüne
adlı eserinde siyasal iktidarın şiddet ve acımasızlığa başvurmadan yönetmesi
gerektiğini öğütler. Roma'nın artık bir cumhuriyet olmadığını açıkça ifade eder
ve monarşiyi gerekli yönetim olarak selamlar (Ağaoğulları ve Köker, 1998: 70).
Seneca imparator ile devleti birbirinden ayıramayacağını bilmektedir. Ama onun
monarşiyi tercih etmesinin diğer bir nedeni Sokrates'i ölüme mahkûm eden Atina
demokrasinin cehaletidir. Bu yüzden bilgelik tarafından yönetilen krallık en
iyi yönetim şeklidir (Ağaoğulları ve Köker, 1998: 71).
Seneca
uzun yıllar kamusal görevlerde çalışmıştır. Bir stoacı olarak bu durum onun
için sıradan ve onurlu bir yaşamdır. Ancak İmparator Neron'un ona göre doğru
yoldan geri dönülmez bir şekilde sapmış olması Seneca'yı siyasetten kesin bir
şekilde soğutmuştur. Stoacı felsefe ile kendi hayatı arasındaki bu çelişkiyi
açıklamak üzere Seneca iki farklı devlet anlayışını ileri sürer:
İki devlet düşünüyorum, biri büyük ve gerçekten kamunun olan, tanrıları
ve insanları kapsayan. sınırlarını güneşle ölçtüğümüz devlet, öteki, tüm
insanları değil de insanların belli bir bölümünü içine alan, doğuş
koşullarımızın bizi yazdığı devlet (Aktaran Şenel, 1996: 2002).
Şenel
birinci devleti "evrensel devlet" ikinci devleti ise "bölgesel
devlet" olarak adlandırır (Şenel, 1996: 2002). Bu durumda evrensel
devlette kamusal işlerden kaçılmamalıdır. Çünkü bu aklın yolunda giden bir
yönetimdir. Ancak bölgesel devlet aklın yolundan çıkmıştır. Bu devlet için
çalışmak kamuya fayda sağlamayacaktır. Öyleyse yapılması gereken, kendi
köşemize çekilerek felsefe ile uğraşıp evrensel devlete hizmet etmeye
çalışmaktır. Yoksa Seneca, insanın kamusal işlerden uzaklaşarak insanların
kendi çıkarları için çalışmalarını asla öğütlememektedir.
Her
ne kadar Seneca siyasal düşünce tarihinde çok önemli bir düşünür olmasa da onun
eserleri Roma'nın son dönemini anlamak ve kavramak açısından elzemdir. Aynı
Roma'nın siyasal yapısında olduğu gibi Seneca'nın eserlerinde de çelişkiler ve
gelgitler yaşanmaktadır. Seneca yaşamının farklı dönemlerinde farklı görüşleri
savunur görünmekte ve içsel çelişkilerini uzlaştırmaya çalışmaktadır. Bir
yandan zenginliği ve eşitsizliği kötüleyip diğer yandan lüks içinde bir yaşam
sürmesi, bir yandan Stoacı olup diğer yandan kamusal işlerden uzak durmayı
öğütlemesi bu çelişkilerin bir kaçıdır. Ancak Seneca'nın hayatından ve
eserlerinden anlaşılacağı üzere o sürekli olarak yaşadığı dönem içinde
insanlara felsefi bir doğru yol göstermeye çalışmış önemli bir devlet adamı, dürüst
bir filozof olmuştur. İnsanın insan olarak değerli bir varlık olduğunu
belirtmiş ve statünün anlamsız olduğunu savunanlara öncülük etmiştir.
Bir
önceki haftada Roma'nın siyasal ve hukuksal yapısı ele alınmıştı. Benzer bir
şekilde bu kez Roma'nın siyasal yapısı önemli düşünürleri bağlamında
incelenmiştir. Cumhuriyet dönemini ve ideallerini temsil eden Polybius'u,
imparatorluğa geçiş döneminin bunalımları ile özdeşleşen Çiçero'yu ve
imparatorluk döneminin çelişkilerini aktaran Seneca'yı birlikte anlatmak,
Roma'yı bütüncül bir şekilde anlama çabasının her zaman en verimli yollarından
biri olacaktır. Çünkü bu düşünürler önemlerini özgün fikirlerinden değil ama
daha çok, yaşadıkları dönemin karakteristik özelliklerini hem yaşamlarında hem
de eserlerinde sergiliyor
olmalarından
elde etmektedirler. Ayrıca Stoacı fikirlerin Roma'daki dönüşüm sürecini yine bu
düşünürlerden takip etmek mümkündür. Polybius'un Roma'yı idealleştirmeye dayalı
cumhuriyetçi ilkeleri ve erdemleri, Çiçero'da geçmişi yeniden kurmak için
umutsuz bir mücadeleye dönüşmüştür; Seneca ise, cumhuriyetçi dönemin kesin bir
şekilde geçmişte kaldığını ilan ederek insanlara alternatif erdemli yaşam
formülleri sunmuştur. Bu düşünce çizgisi cumhuriyetçilik merkeze alındığında
Roma'nın siyasal tarihinin de bir özetidir.
Ağaoğulları, Mehmet Ali, Levent Köker. (1998).
İmparatorluktan Tanrı Devletine. Ankara: İmge Kitabevi.
Ebenstein, William. (2001). Siyasi Felsefenin Büyük Düşünürleri.
İstanbul: Şule Yayınları.
Şenel, Alaeddin. (1998). Siyasal Düşünceler
Tarihi. Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları.
Tannenbaum,
Donald, David Schultz. (2008). Siyasi Düşünce Tarihi: Filozoflar ve
Fikirleri. Ankara:
Adres Yayınları.
Wanlass, L. (1953). Gettell's History of Political Thought. New York: Appleton- Century-Crofts,
Inc.
Yetkin, Çetin. (2008). Siyasal Düşünceler
Tarihi Cilt 1, İstanbul: Salyangoz Yayınları.
Arnhart, Larry. (1995). Plato'dan Rawls'a
Siyasî Düşünce Tarihi. Ankara: Adres Yayınları.
Cicero, Marcus Tillius. (1989). Dostluk.
Ankara: Milli Eğitim Basımevi. Cicero, Marcus Tullius. (2003). Özgürlük Yazıları. Konya: Çizgi Kitabevi. Dursun,
Tarık. (1967). M.T. Cicero Seçmeler. İstanbul:
Altın Kitaplar.
Seneca, Lucius Annaeus. (1999). Ruh Dinginliği Üzerine. İstanbul: Kazım Taşkent
Klasik Yapıtlar.
Seneca, Lucius Annaeus. (2009). Tanrısal Öngörü.
İstanbul: Şule Yayınları. Thomson, David (2006) Siyasi
Düşünce Tarihi, İstanbul: Metropol Yayınları.
Tunçay, Mete. (2010). Batı'da Siyasal Düşünceler Tarihi 1 (Seçilmiş Yazılar Eski ve Orta
Çağlar). İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi
Yayınları.
Yonarsoy, Y. Kenan. (1982). Cicero'nun Felsefi
Terminolojisi. İstanbul: İ Ü. Edebiyat Fakültesi Yayınları.
Cumhuriyetçiliğin
köklerinin eski Yunan'a, spesifik olarak da Aristoteles'e (M.Ö. 384-322) değin
geri gittiği düşünülmektedir (Oldfield, 1990:5). Modern dönemde, ilk olarak 16.
yüzyılda Floransa'lı siyasal düşünür Niccolo Machiavelli (M.S. 1469-1527), ve
daha sonra da 18. yüzyılda Jean
Jacques Rousseau (M.S. 1712-1778) bu geleneğin önde gelen
temsilcileri olarak ortaya çıkmışlardır (Held, 1996). Richard Dagger'a (2004:
168) göre, bu düşünürlerin temsil ettiği cumhuriyetçi geleneğin özünü
"yönetimin, kamunun kendisi tarafından idare edilecek olan bir kamusal
mesele olduğu inancı" oluşturmaktadır. Böylece, Dagger (2004: 168)
cumhuriyetçiliğin iki köşe taşını belirlemektedir:
kamusallık (publicity) ve öz-yönetim.
Kamusallık,
"özel ve şahsi olmaktan ziyade açık ve kamusal olma koşulu
(aleniyet)"nu ifade eder (Dagger, 2004: 168). Bu ilkenin iki mantıki
sonucu bulunmaktadır. İlk olarak, siyaset şahsi bir iş olmayıp, kamusal bir
iştir, ve sonuç olarak, "kamusal alanda,
aleni olarak icra edilmelidir" (Dagger, 2004: 168). İkinci olarak, kamu
sadece bir halk topluluğu olmayıp bundan daha fazla bir şeydir: "O,
hayatın kendine has talepleri ve mülahazaları olan bir yönü, alanıdır . . . Bir
şey, üyelerini özel hayatlarından çıkarıp bunun ötesine götüren ortak
mülahazalara sahip insanlar topluluğunu içerdiğinde kamusaldır" (Dagger,
2004: 168).
Hukuk devleti ve yurttaşlık erdemi, kamusallık ilkesinden doğan iki
cumhuriyetçi değerdir. Siyaseti açık olarak icra etme anlamındaki kamusallık
aynı zamanda yozlaşmanın önünde bir engeldir.
Cumhuriyetçi vatandaşlar, cumhuriyetin ortak çıkarı söz konusu olduğunda özel
çıkarları ve eğilimlerinden fedakârlık etmeye hazır olmalıdırlar. Böyle kamusal
sorumluluk ruhuyla eylemde bulunmak yurttaşlık erdemi sergilemeye karşılık
gelir. Vatandaşların bu erdeme sahip olabilmesi, onların hukuk devleti ile
bağlı olmasıyla mümkündür. Nitekim, kamunun işi olarak, siyaset kamusal alanda
müzakereler temelinde icra edilecektir. Kamusal alandaki müzakereler, şu
kimsenin veya bu grubun arzularına veya kaprislerine göre değil, fakat açık ve
kamusal olarak ilan edilmiş kurallara göre yürütülecektir (Dagger, 2004:
168-9).
Cumhuriyetçiliğin ikinci köşe
taşını oluşturan öz-yönetimi Aristoteles'e
bir göndermede bulunarak ifade edebiliriz. Aristoteles'e göre, "bir
yurttaş genel olarak yönetmeyi ve yönetilmeyi paylaşan bir kimsedir" (Politics 1283b41-42). Bu özyönetimdir. Oldfield'ın (1990: 8) işaret ettiği
üzere, ". . . yurttaş olmak siyaseten aktif olmayı gerektirir . . ."
Bu anlamda, liberallerden farklı olarak, cumhuriyetçiler siyasal katılımı bir
hak olmaktan daha çok bir ödev olarak görürler. Hatta kimi çağdaş
cumhuriyetçiler, öz-yönetimin kişi olabilmenin önkoşulu olduğunu
düşünmektedirler: "kendilerini tanımlayan ortak yaşamda ve sosyal
çevrelerini şekillendiren karar alma süreçlerinde katılımda bulunmadan,
kadınlar ve erkekler birey olamazlar" (Barber,
1984: xxiii). Dagger'ın işaret ettiği
üzere, eşitlik, [ve yine]
yurttaşlık erdemi ve
özgürlük gibi cumhuriyetçi değerler bu öz-yönetim ilkesinden doğmaktadırlar.
Esasen, tüm bu değerler birbirleriyle ilişkilidir ve birbirlerini pekiştirip
desteklemektedirler.
Cumhuriyetçiliğe
has eşitlik anlayışının yasal, siyasi ve ekonomik veçheleri bulunmaktadır.
Yasal yön "hukuk önünde eşitlik" ile ilgilidir. Her bir vatandaş
hukuk önünde eşit oranda eğilmelidir. Burada öz-yönetimin cumhuriyetçi eşitlik
anlayışı ile ilişkisi açıktır. Vatandaşlar yasaya eşit saygı göstereceklerdir, çünkü
bu yasayı kendileri eşit olarak yaratmışlardır. Bu son boyut, yasaların yapım
sürecinde tüm vatandaşların eşit paya ve ideal olarak da eşit etkiye sahip
olması anlamında "siyasal eşitlik" olarak nitelendirilebilir. Bununla
birlikte, bu siyasal eşitliği sürdürebilmek ekonomik eşitliği de
gerektirmektedir. Maddi açıdan eşitlikçi nihai sonuçlardan ziyade içinde her
bireyin kendi hayat planlarını özgürce takip edebileceği adil bir çerçeve
sunmayı hedefleyen liberal fırsat eşitliği (bkz. Holden 2007) kavramından
farklı olarak, cumhuriyetçi eşitlik en azından kaynakların kabaca eşit
dağılımını hedeflemektedir: " . . . zenginlikler söz konusu olduğunda hiç
bir vatandaş bir başka vatandaşı satın alabilecek kadar zengin ve hiçbir
vatandaş ta kendisini satmak zorunda kalacak kadar fakir olmayacaktır . . .
(Rousseau, 1993: 225 [Book II Ch. 11])." Aristoteles'ten Amerikan
kurucularına değin klasik cumhuriyetçiler, aşırı zenginlik ve aşırı fakirliğin
cumhuriyetçi yönetimle uyumlu olmadığı fikrine bağlı kalmışlardır (Bellah vd.,
1985: 285). Dagger'ın (2004: 169) işaret ettiği üzere, "hukuk önüne
eşitlik, ancak zenginlik ve mülkiyet bazı kimselerin hukuku kendi çıkarlarına
eğmesini engelleyecek bir şekilde dağıtıldığı zaman mümkündür." Bu
çerçevede, cumhuriyetçi düşüncede toplumda zenginlerin fakirler üzerindeki
kurabilecekleri
"tahakkümü" engellemek üzere,
toplumsal zenginlik sosyal adalet temelinde "sınırlı"
bir yeniden dağıtıma tabi tutulabilir
(Pettit, 1997)3.
Ekonomik
eşitlik üzerine yukarıda ifade edilenlerden de anlaşılacağı gibi,
cumhuriyetçiler ilkesel olarak özel mülkiyete karşı değildirler. Tam aksine,
özel mülkiyeti bağımsızlığı güvence altına almanın bir aracı olarak görmektedirler
(Şahin, 2006). Esasen, geleneksel olarak, klasik cumhuriyetçiler vatandaşlığı
mülkiyet sahibi erkeklerle sınırlamışlardır (Dagger, 2004: 168-169). Ronald
Terchek'e (1997) göre, Aristoteles, Machiavelli ve Rousseau gibi klasik
cumhuriyetçiler özel mülkiyeti doğal bir şey olarak görmekte ve onu reddetmek
yerine onun potansiyel negatif etkilerini sınırlamaya çaba sarf etmektedirler.
Bu
bağlamda, kamusal meselelere özel çıkar değil fakat ortak çıkar gözönünde
bulundurularak müdahil olma arzusu olarak sunulabilecek olan yurttaşlık erdemi
(civic virtue) ile öz-yönetim arasındaki bağı görmek çok güç olmamalıdır. Buna
göre cumhuriyetçi düşüncede özgürlük öz-yönetime, öz-yönetim de yurttaşlık
erdemine dayanmaktadır (Sandel, 1996: 126). Cumhuriyetçiler için, kamusal
meselelerde rol almaya arzulu vatandaşlar olmaksızın öz-yönetim içi boş bir
ideal olarak kalmaya mahkûmdur. Bununla beraber, Dagger'ın (2004: 169) işaret
ettiği gibi, hukuk kuralları altında özgürlüğü yaşatabilmek için . . . sadece
kamusal meselelerde bir kamusal ruhla rol almak ve ortak bir yaşamın
külfetlerini omuzlamaya istekli olmak -yani cumhuriyetçi bir vatandaşın
yurttaşlık erdemine sahip olması- yetmez, fakat aynı zamanda uygun devlet
biçimine de ihtiyaç vardır."
Cumhuriyetçiler için uygun devlet
biçimi geleneksel olarak karma bir rejim olmuştur. İstikrarı sağlama amacıyla
karma bir rejim kurma çabasının izi Aristoteles'e kadar sürülebilir.
Aristoteles, Politika adlı eserinde
oligarşinin (zengin azınlık yönetimi) unsurları ile demokrasinin (fakir
çoğunluğun, demos, yönetimi) unsurlarını politeia adını verdiği rejimde harmanlamaktadır.
Bununla birlikte, ilk gerçek manada cumhuriyetçi karma rejimin tarifi
genellikle Polybius'a (İ.Ö. 204-122) atfedilir. Roma'nın
Tarihi adlı eserinde Polybius yönetimlerin monarşi, aristokrasi ve
demokrasi olarak üçlü Yunan sınıflamasını kabul etmektedir. Polybius'a göre, bu
yönetim biçimleri basit (başka yönetim biçimleri ile karışmamış) halde
kaldıkları sürece yozlaşmaya mahkum kalacaktır. İstikrarı sağlamak ve
yozlaşmayı önlemek için bu yönetimlerin iyi özelliklerini harmanlamak elzemdir (Wanlass, 1953:
83). Onun gözlemlediği rejim Roma Cumhuriyeti idi. Bu rejimde, konsüller,
senato, ve halk meclisleri sırasıyla monarşik, aristokratik ve demokratik
ilkelere karşılık gelmekteydiler. Bu organların hiçbiri diğer organların onayı
olmadan kendi başına eylemde bulunamazdı. Böylelikle bu organların herbiri
diğerleri üzerinde bir fren mekanizması rolü görerek, bir kontrol ve denge
mekanizması yaratıyordu (Wanlass,
1953: 84). Sandel'in (1996) belirttiği gibi, bu model ve
onun arkasındaki zihniyet yaklaşık iki bin yıl sonra kendi cumhuriyetlerinin
kuruluşu esnasında Amerikan kurucularına ilham verecekti.
Cumhuriyetçilere
göre özgürlük "sorumlu birey olabilmeyi gerçekleştirme yeteneğidir. Bu da
zorunlu olarak işbirliğine dayalı bir projedir" (Sullivan, 1982: 21).
Çağdaş bir cumhuriyetçi olan Quentin Skinner'a göre, birey özgürlüğünü, ancak bu
değeri toplumsal çıkar arayışının üzerine koymaması halinde idrak edebilir.
Aksi yönde davranış, erdemli vatandaş olmak yerine yozlaşmış birey olmaya
tekabül eder ki, bu köleliliktir. Bu nedenle, bireysel özgürlüğe giden yol
kamuya hizmet etmekten
geçmektedir
(aktaran Terchek, 1997: 53). Bu çerçevede cumhuriyetçi düşüncede özgürlüğün
Constant'ın sınıflamasında antik, Berlin'in sınıflamasında da pozitif özgürlük
anlayışlarına tekabül ettiği söylenebilir (Bakınız "Özgürlük").
Niccolo Machiavelli ve Jean
Jacques Rousseau gibi modern düşünürler antik özgürlük
anlayışının modern dönemdeki ilk savunucuları olmuşlardır.
Machiavelli'nin
antik özgürlük savunusunu özellikle Söylevler (Discourses) adlı eserinde
bulabiliriz. Bu eserde, Machiavelli Roma'nın cumhuriyet dönemini yüceltmiş ve
hiç kimsenin tahakkümü altında olmama anlamında özgürlüğün ancak vatandaşların
kamusal alanda aktif katılımıyla gerçekleştirilebileceğini ileri sürmüştür
(Held, 1996; Terchek 1997). Machiavelli, özgürlüğün politik ve bireysel
formları arasında ikili bir ayrım yapar. Politik özgürlük, bir yönüyle, bir
ülkenin başka bir ülkenin boyunduruğu altında olmaması, bir başka ifadeyle,
bağımsız olmasıdır. Bir diğer yönüyle, politik özgürlük ülke içinde istikrarın
sağlanması, kaos ve keyfi uygulamanın bulunmamasına işaret etmektedir. Öte
yandan, " . . . bireysel özgürlük, kendi kendini yöneten, hem özgürce
yasaya itaat eden hem de ihtiyaç duyulan değişikliğe göre yasayı sürekli olarak
inceleyen sorumlu yurttaşlar içindir" (Tannenbaum ve Schultz, 2005: 159).
Rousseau'nun (1993: 196 [Kitap 1,
Bölüm 8]) sözleriyle, cumhuriyetçi düşüncede, "kendimizin koyduğu bir
kurala itaat özgürlüktür." Bu anlamda, bir cumhuriyetçi için, öz-yönetimin
kendisi bir özgürlük biçimidir. Öz-yönetim sayesinde, kendimizi bağlayan
kuralları biz yaratırız. Öte yandan, başkası
tarafından bizim için dizayn edilmiş kurallara bağlı kalmak köleliktir:
"Bu insan olmayı reddetmek, insanlığın hakları ve hatta ödevlerinden vazgeçmektir"
(Rousseau 1993: 186 [Kitap 1, Bölüm 4]). Nitekim, cumhuriyetçi özgürlük anlayışı,
kollektif bir bağlamda kişinin kendi kendisinin efendi olmasıdır.
Rousseau
da, Machiavelli'ye benzer şekilde, ancak vatandaşların kamusal alanda aktif bir
şekilde biraraya gelmeleriyle özgürlüğün korunmasının mümkün olabileceğini
düşünmektedir. Rousseau'ya göre, bireylerin özel çıkarlarının peşine düşüp
kamusal sorumluluklarını ihmal etmesinin sonucu esaret olacaktır. Ona göre, bireyin
özel çıkarlarının ifadesi olan özel irade, tüm vatandaşların ortak çıkarının
ifadesi olan "genel irade"ye tabi olmalı; özel irade ile genel
iradenin çatıştığı bir durumda, özel irade genel iradeye feda edilmeli, kendi
ifadesiyle, birey "özgür olmaya zorlanmalıdır" (Rousseau [1762] 1950:
17-18). Bu antik özgürlük anlayışının yakın zamanlardaki önde gelen
savunucuları arasında Hannah Arendt, Benjamin Barber, Michael Sandel gibi
düşünürleri görmekteyiz.
Aristotle. (1997). The Politics. Trans. with introduction, analysis,
and notes, Peter L. Phillips Simpson as The Politics of Aristotle. Chapel Hill: The University of North Carolina
Press.
Barber, B. (1984). Strong
Democracy Participatory Politics for a New Age.
Berkeley:
University of California Press.
Berlin, I. (1969). "İki Özgürlük Kavramı",
çev. Mustafa Erdoğan, Liberal Düşünce, Kış-Bahar
2007, Sayı 45-46, 69-82.
Constant, B. (1997). "The Liberty of the Ancients Compared with that of the Moderns," içinde R. Blaug
and J. Schwarzmantel (eds.),
Democracy a Reader, New York: Columbia University Press, 110-112.
Dagger, R. (1997). Civic Virtues:
Rights, Citizenship and Republican Liberalism, New York: Oxford University Press.
Dagger, R. (2004). "Communitarianism
and Republicanism," içinde G.F. Gaus and C. Kukathas (eds.) (2004), Handbook of Political Theory: 167-179. London: Sage Publications.
Held, D. (1996). Models of Democracy, Stanford: Stanford Uni. Press.
Holden, B. (2007). Liberal Demokrasiyi Anlamak, Çev. Hüseyin Bal,
Ankara: Liberte.
Oldfield, A. (1990). Citizenship
and Community: Civic Republicanism and the Modern World. London: Routledge.
Pettit,
P. (1997). "Republican Political Theory," içinde Andrew Vincent (ed.) (1997). Political Theory: Tradition and
Diversity,
Cambridge: Cambridge University Press, 112-131.
Rousseau,
J.J. ([1762] 1950). The Social
Contract and Discourses, Translated withy an introduction by G.D.H. Cole, New York: E. P. Dutton
and Company, Inc.
Sandel,
M. (1996). Democracy's Discontent
America in Search of a Public Philosophy, Cambridge: The Belknap Press of Harvard
University Press.
Sullivan,
W. (1982). Reconstructing Public
Philosophy,
Berkeley: University of California Press.
Şahin, B. (2006). "The Principle of Self-Interest
Properly Understood in Virtuous Polity," Boğaziçi Journal: Review of Social, Economic
and Administrative Studies, Vol. 20, Number 1-2, 95-114.
Tannenbaum, D., D. Schultz. (2005). Siyasi Düşünce Tarihi Filozoflar ve Fikirleri,
Çev. Fatih Demirci, Ankara : Adres Yayınları.
Terchek,
R.J. (1997). Republican Paradoxes and Liberal Anxieties, Lanham: Rowman and Littlefield.
[2] Cumhuriyetçilik üzerine yapılan
bu anlatım yazarın, "Özgürlük Ekseninde Liberalizm ve Cumhuriyetçiliğin
İlişkisi" içinde Nafiz Tok (Ed.) Antik Bir
Düşünce Geleneği Üzerine Çağdaş Yorumlar: Cumhuriyetçilik, Ankara: Orion
Yayınları, 2008, başlıklı çalışmasından uyarlanmıştır.
No comments:
Post a Comment